Hangi ara sokağa çıkarsanız çıkın, sizi vapurun sesi eşliğindeki denizin kokusu sarmalar. Kentin gider boruları denize aktığı içindir ki, pek hoş bir koku sayılmaz. Ara sokağı geçip de ilerleyince, vapur iskelesine yanaşırsınız. Vapur iskelesinde bir seyyar köfteci var, Bostanlı insanını bildim bileli, bu köfteciye hayli meftundur. Deniz kenarındaki bir taburede yarım ekmek arası köfte yemeyeni ayıpladıklarına birinci gözden şahit oldum.
Gece oldu muydu, daha bir canlanır Bostanlı’nın ve insanının yemek kültürü. Küçücük masanın etrafına doluşur herkes, tanıdık, tanımadık diye bir ayrım gütmezler. Tek dertleri muhabbettir. Onu eksik ettin mi, bir türlü kaynaştıramazsın kendini. Şu dünyada, duygularına anlam yüklemeden bir an bile geçirebilen bir insan var mıdır zaten? İnsan oldun mu, anlatacaklarla doludur kafan. Tek engel şudur ki, insan önce kendisine anlatacak bunları, kendisiyle anlaşıp kabullenecek. Ahbaplık başkasından öğrenilmez, aynaya baktığında sana gülümseyip, içini açmanı bekleyen, ilk ve en kıymetli dostu olmalı insanoğlunun.
Bazı yabancılar da vardır ki, mahalle hoşbeşinden nasibini alamaz, sahil boyu yürüye yürüye keyfini çıkarır köfte ekmeğinin. Sahi ya, onlar da keyfini çıkarıp yiyebilirler mi köftelerini? Karşıda bir şey bekler sahil insanını. Sizi, hiç tanışmadığınız fakat bunca kalabalığa rağmen sıcacık bir sevecenlikle karşılar. Gösterdiği şefkat, hiçbir zaman dinmez. Binlerce çocuğu olan bir anne gibidir o, bir an bile şefkatini mahrum etmeyi göze alamaz. Kasvetli dalgalarda dahi bir an bile ayrılmaz mevzisinden. Dalgalara engel yaptığı kolunu, bütün bir sahil, kordon boyunca uzatır. Kafanızı kaldırıp da baktığınız an, ışıklarıyla ve tüm canlılığıyla selamlar sizi, o Konak’tır. Boğaz’ın alışılmış Avrupa ve Anadolu manzaralarının aksine, bu bambaşkadır! Vapurun düdüğüyle birlikte körfeze yansıyan silüeti ise bir şehir kasabasının çizebileceği en görkemli otoportredir. O meşhur Saat Kulesi uzanır size; bulutları, akrep ve yelkovanıyla deşip, onları dağıtırcasına indirir meydana; bulutların ak, ıslak saçlarından toplayıp da getirdiği yağmur dumanını, insanlığa, gökyüzünden hediyelenmişçesine sunar. Net bir görüntüden saydamlaşıyormuşçasına süzer saçlarını, dengesini koruyamayıp, yavaş fakat düzenli bir uçurtma misali buharlaşarak kaldırıma indikten sonra, eski yaşantısına dönme gayesiyle yükselir de yükselir…
İştahı falan bir yana bırakıp koşa koşa 22.50 vapuruna atlamaya koyulursunuz. Bu saatte orada ne yapılacağı meçhul fakat, bulunur bir hal çaresi.
Konak’ın manzarasına ve şehvetine dayanabilen insanoğlu da -bulunur mu, hiç sanmam- sıvışır arka sokaklara. Ara sokaktaki beş dükkândan üçü birahanedir. Biranın yanında, belirli atıştırmalıklar satıyorsa da şüphesiz biralarıyla gündeme gelmiştir. Sadece dükkânlarla sınırlı kalmaz buranın halkı: park, bahçe, tabure, deniz kıyısı, sokak başı, sokak ortası… her yerde birasını yudumlar. Sokaktan geçen en yabancısı bile absürt karşılamaz bu durumu. Daha otobüsündeyken bilir böyle bir tablonun onu karşılayacağını.
Taburede bir oraya bir buraya oynaşır durur. Birahanelerdeki rahatlığı bulamaz tabii, ama kendine kendisine yetmeye çabalar. Kış geldi mi anlar kendi kendine yetemeyeceğini, o vakit, bir siktir savurur bu felsefeye işte! Kar suyunun artık hoş geldini hak ettiği bir günde, kıçı dona dona içmeyi, alkolün armağanı keyfine yediremez. Biliyor musun, sıcağını soğuğunu dinlemeyeceksin, birayı oturup da pürüzsüz gecenin ortasında içeceksin. Soğuk oldu mu, daha da güzeldir. İnsanın kulağına bir şeyler fısıldar sanki, insan kendine daha bir yoğunlaşır. Bu şehir de soğuk bir gece vakti kendini var etmiş gibiydi. İnsana düşündürecek ne çok şey uğulduyordu. Sokaklar bomboştur, balkonlardan etrafı gözleyenler yuvalarına gömülmüşlerdir. Tiyatrodan çıkıp da bin zahmetle ezberlediği sözleri mırıldanan, başı aşağıda, gözleri dalgınlaşan ve baygınlaşan kesim de evlerinin yolunu tutmuştur çoktan. Saatler ilerledikçe bir kişi daha teslim eder kendini sessizliğe. Tik taklara aldırış etmemeye başlayınca insan, kıvama geldiğini anlıyor. Sadece kendisi için var olan, kendisini bulmak isteyen insan anlar gecenin kıymetini. O zaman sessizlik, bir kocaman ağaç olup da kapanıyor şehrin üstüne. Günün ilk ışıklarını karşılamadan da bozmuyor rahatını, öylece, sere serpe uzanıyor.
Biracıların bir gerisinde ise rakıcılar demlenir. Mezesiyle, salatasıyla, koyu sohbetiyle adeta samimiyetin göz bebeğidir. Kalamarlar tavaya, ahtapotlar ise ızgaraya kavuşup da gelir sofraya. Rakıcıları bir grup hiç eksik etmez, buzlu bademciler. Buzlu bademciler de peşi sıra serilir sokağa rakıcıların peşinden. Bisikletlerinin arkasındaki küçük koltuğa yüklerini yükleyip de rakıcıların gecesine ışıklı, tekerlekli dostuyla bir ayıklık katarlar. Koskoca buza serilmiş, suyu çeke çeke şişmekten başka bir hâl almış bademler… İncecik bir kabuğu vardır, onu soymak ayrı bir uğraştır. Bu yüzden de bazı insanlar, bu zahmete girmeden, buzlu bademi kaptığı gibi yollar dudaklarının arasına. Uğraşı seven kesim ise, yer yer tırnaklarının arasına giren kabuğu da ayıklamakla vakit harcar. İster soyup yiyin ister kabuğuyla yiyin, gün sonunda ağzınızda kalacak en keyifli haz, bademi kırdığınız gibi ağzınızda dağılan buzun ferahlatıcı suyu…
Kaldırımlara dahi masa, sandalye atılır. Yayalar mecbur yoldan yürüyecek, fakat bir bakarsın, yolun da bir kısmı masa, sandalyedir. Kaldırımlar işgal edilmiyormuşçasına araçların derdine düşer yayalar, ne yazık ki kimseye faydası olmaz. Ne araçlar kendine ayrılan bölmeye düşebilir ne de yayalar…
Biralar, kasaba insanının bol muhabbetten sonu gelmeyen gecelerine şahit olurken, sabahları ise kahvelerde vakit öldürülür. Nasıl ara sokaktaki dükkânlardan beşinin üçü birahaneyse, kahveye giden yaşı büyük kesimin beşinden üçü, kasketinden ayrılmaz. Arada bir kasketini çıkarıp eliyle saçını aşağı doğru sıvazladı mı, o kasket yeniden yerini bulur.
Ara sokaklardan poyraz esti mi, insanlar çekinir bir daha ara sokağa geçmeye. Vapura binmek isteyen insanı pişman eder; yürüdükçe kanına, kemiğine bodoslama sokulan kara, sert poyraz. Vapura giden insan, hastalığa kucak açmanın getirdiği çaresizliğin yanında, sokaktaki şu garip hayvanları düşünür. Kuytu köşe bulabilmişler midir, acaba ıslanıp da kuru soğuğa yakalanmışlar mıdır? İçini bir şey rahatlatır ki, sokak başında gördüğümüz el örmesi kazaklarıyla uyuyan köpekler… Onları beyazlı sarılı, kırmızılı yeşilli, mavili siyahlı sıcacık el örmesi kazaklar sarmalıyor. Bu sevimli manzarayı kimler var etmişti, hangi narin, becerikli eller bu yardımseverlik inceliğini naiflikle aksetmişti, bilmiyorum doğrusu fakat, durgun balkonlarında sırtını duvara dayayıp da taburede otururken, ellerindeki oynayışlarla mahalle halkının kafasındaki soru işaretlerini bir çırpıda silip, yerine mahcup bir tebessümü konduran kesim, oldukça şüphe uyandırıyordu. Bir hayli bitkin, duvarlarındaki yaralar kabuk bağlayamayacak derecede açılmış, artık kanamaya dahi mecali kalmamış beton yığınları… O yaşlı yığınlara sığınmış bembeyaz, dümdüz saçlar, içlerinde taşıdıkları, bir türlü yabancılaşmak bilmeyen huzursuzlukla beraber, pek de uzak olmayan bir olguya karşı suspus oturuyorlar balkonlarında…
Buraya, İzmir’in deniz kıyısı kesimine, öyle kolay kolay kar yağmaz. Bostanlı da nasibini alır bundan. Ama kar yağdı mı, o zaman görün! Gelen tramvayını bembeyaz görmeyegörsün buranın insanı, içten içe ayıplar, gözlerindeki belirgin alınganlığı da göstermekten hiç çekinmez tramvay şoförüne. Yolu aydınlatan kar tanelerinin dostça selamı ve gittikçe kara boğulan tramvayın çan sesinin kulaktaki derinliği… Sadece, Bostanlı’nın derinliklerine olan gelgitli yolculuk için bile ziyaret ediliyor, kulaklara karlı düdüğüyle gelen kasabanın hantal, küçük treni. Çok kez şahit oldum buna. Ben de bir gün heves ettim, bir kez de olsa gezeyim, dedim. O cesareti bulamadım. Cesaretten bahsettiğim de erken kalkmaktan ibaret sadece. Tahmin edeceğiniz gibi, sabah gitmek en doğrusudur. Geceye bekletirseniz size darılır; narin tekerli, gezici dost. Beyazlarla süslenmiş, kibarlığıyla gözlerime baka baka gelen dostu reddetmek olmazdı fakat, sokakta, poyrazın ortasında oturup bira içenlerden olduğumdan, geceyle bir hayli münakaşaya vakit buluyordum. Sabahları beni karşılamaya geldiğinde de ona yetişemiyordum hâliyle. Bir gün, o beni yakalamadan ben onu yakalayacağım. Sabahın ilk ziyaretine çıktığında, gözleri yarı açık, yarı kapalı uykusundan ayılamamış uyuklarken, karşısında beni görüp de şaşkınlığından narin tekerlerini döndürmeyi unutacak. Geceye kadar onun peşinden ayrılmayacağım, geceye doğru koşarken de onunla bira içeceğim, sert poyrazın dondurucu soğuğunda.
Kalabalık basmış her yanı, olabildiğince saygısızlık doldurmuş etrafı. Gerçi bu da şehir, memleket, kasaba meselesi değil ya! İnsanın içinde bir nokta var ki, sanki her insanın doğuştan getirdiği bir kalıtsallık. Saygı diyorlar birçok yerde, ama günümüz insanında buna rastlamak oldukça güç. Gözlendiğinde görülüyor, bazı insanlar tanışıklık durumuna dahi getirememişler meseleyi. İnsan denen mahluk, “saygıyı hak eden bir hayvan mı” sorusuna, günümüz insanındaki güçlüğü başaran tarafın benimle münasebet kurmaya çalışmasıyla, yanıtımı hiç geciktirmeden ve tereddütsüz bir şekilde veriyorum. Fakat insancıl duygumuz saygı, pek de mahrum bırakılacak bir husus olmamalı ya!
Bir kuş olup da uçmak ister insan, şu kasabayı, bir de göklerden izlemek ister. İşte o zaman anlar; Bostanlı’nın, İtalya’nın meşhur Akdeniz kasabalarından kopup da körfezin tam orta yerine, bir çığ misali yerleştiğini. Denizin uğrak yer bildiği, vapurların ve tramvayların selamsız sabahsız geçmedikleri, sokaklardaki köpeklerin sabah yürüyüşlerindeki selamlaşmalarının bizi uyandırdığı bir küçük kent kasabası…