Alarmı ısrarla çalan saati el yordamıyla bulup susturdu. Yine sabah olmuştu işte. Bedenini yataktan zorla söküp çıkardı; ilk işi sert bir Türk kahvesi yapıp hızlıca içmek oldu. Aynı tempoda duşunu aldı, giyindi, koşar adım çıktı evden.
Aceleci olmak onun için artık olağan bir haldi… Bir yere yetişmesi gerekmese de yavaş yürüyemezdi… “Durmanın imkansızlaştığı” bir çağın çocuğu olarak hızlı adımları birbirini kovalardı hep. Yine bir iş günü, yine tanıdık adımlar…
Her gün yürüdüğü yollar, geçtiği sokaklar ona bu kez bir sürpriz hazırlamıştı, Kaldırımda bir sürü oyuncak arasında kaybolmus gri bir kutu ona bakıyordu. İrkildi, geriye dönüp yerde duran şeye doğru ilerledi. Gülümsemesine engel olamadı; sokağa terk edilmiş bir daktiloydu bu. Hem de ne daktilo! Olduğu yerde kaldı bir an. Evet evet, birileri artık istenmeyen bu canım makineyi, dört katlı klasik bir Viktoryen evin önüne bırakmış, üstelik üzerine de bir not iliştirmişti: ‘”ütfen alınız!”
Sağa sola bakındı, kendisinden başka kimsecikler yoktu. Eğilip özenle, incitmeden aldı daktiloyu. Geriye, eve doğru yürüdü… Kapının kilidini çabucak açıp içeri girdi, merdivenleri soluksuz çıktı, dairesinin önünde derin bir nefes alıp, artık kendisine ait olan daktiloyu, akşam tekrar buluşmak üzere girişteki halının üzerine bıraktı. Tam gidecekken dayanamadı, daktilonun kapağını hafifçe açıp, tozlanmış tuşlarına dokundu… Kapağın içine gizlenmiş özel bir bölme ilişti gözüne; onlarca sayfa saklandıkları yerden ona bakıyorlardı.
Açıp okumaya korktu önce. Yeni bir hikaye duymaya hazır değildi. Hiç tanımadığı birinin, hele ki acılarına ortak olmayı, en azından bugün istemiyordu. Ama belki de keyifli, mutlu bir kadının ya da adamın öyküleriydi bunlar, belki de mektupları…
Saatine baktı, ofise geç kalacaktı. Ama elinde tuttuğu kağıtları da bırakamıyordu. Kırmızı çiçekli halının üzerine yavaşça bıraktı kendini. Aman ne olacaktı birazcık geç kalsa! Her gün zamanında gitti de ne oldu ki… Kendi kendini ikna etmek için gerekçeler aradı durumuna; buldu da; kızgındı müdürüne! Azıcık geç kalmanın kimseye bir zararı olmazdı!
Bayan Levi… Mektuplar bu ismin elinden çıkmıştı. Sene 1966’ydı… Titredi kadın. Neredeyse 60 yıl kadar önce, Bayan Levi isminde bir kadın tarafından yazılan notlar, bir bir düştü kucağına. Kendini geri çekerek, sırtını duvara yasladı. Derin bir soluk alıp, elindeki kağıtları kokladı… Kağıt kokusuna dayanamaz, sırf bu nedenle sahaf sahaf gezerdi. Dünyanın en güzel kokusu yahu! Tabi ki içine çekecek… Yine öyle yaptı. Bayan Levi’nin yüzünü hayal etmeye çalıştı. Karşısında, ince hatları, kahverengi saçları, mavi gözleriyle 30’larında bir kadın belirdi.
Daktilo kursuna yeni başladığını, bu yüzden mektuplarını artık hep daktiloyla yazacağını söylüyordu Bayan Levi küçük imla hataları yaptığı kısacık notunda… Bay Adrian’a derin sevgilerini yollayarak bitiriyordu mektubunu… Küçük bir ekle; Shakespeare’nin 18. Sonesi, acemi bir daktilo öğrencisinin parmak uçlarından kağıda akmıştı bu kez. Aman Allahım, en sevdiğim şiir, dedi kadın. Bir an, Bayan Levi’yle arkadaş olma ihtimalinin huzurunu hissetti. Bir şiir bu hissi yaratabilir mi? Bu 18. Soneydi, bal gibi de yaratırdı!
“Değişir miyim seni bir yaz gününe, çok daha güzelsin, çok daha ince…” diyordu Shakespeare… Bayan Levi’nin, Bay Adrian’a sadece daktiloda alıştırma yapmış olmak için bu şiiri seçtiğini düşünmek biraz ahmaklık olur, diye geçirdi kadın içinden. “Vardır başka bir şeyler de canım!”
“Aşkım yaşadıkça sana da hayat verecek” diye biten bir şiir… Ama Bayan Levi, bu son dizeyi yazmamış, ya da yazamamış, mektubunu “insanlar soluk aldıkça, gözler gördükçe…” diye bitirmişti… 60’lı yılların kadınları bu kadar da cesur olamazdı belki de diye düşündü kadın. Cesaretsizlik miydi ki bu? Belki son cümleyi, ya da boşluğu, Bay Adrian doldursun istemişti, kim bilir!
Kadın elindeki mektubu bırakıp sabırsızca kağıt yığınlarını karıştırdı, Bay Adrian’dan bir cevap gelmiş mi diye baktı. Sonra aydı; bunlar yazılıp yollanmamış mektuplardı besbelli ki… Bayan Levi, kendisine Shakespeare’den şiir yazdıracak kadar sevdiği adama, yazdıklarını yollayamayacak kadar utangaçtı belki. Belki Bay Adrian, Shakespeare sevmiyordu! Belki çoktan bitmiş bir ilişkiyi alevlendirmek istemiyordu Bayan Levi. Bu sonsuz olasılıklar dehlizinde kadın, hayalinde yarattığı Bayan Levi imgesine bir de pembe yanaklar ekledi… Onun için üzülürken buldu kendini. Ah Bayan Levi! Şimdi elimde tuttuğum bu tatlı mektup, Bay Adrian’ın 60 yıl önce gözlerinin önünde belirseydi, belki bu daktilo başka mektupları da barındıracaktı. Kadın hiç tanımadığı başka bir kadının, yıllar önce yaşayamadığı aşkının yasını tutarken buldu kendini. Evet bugün de buna üzülmüştü işte. Her zaman üzülecek bir şeyler bulmaya alışkın biri için fazla geçerli bir neden: yaşanamamış bir aşk!
Sayfaları hızlıca gözden geçirmeye devam etti. Daktilo ile yazmayı öğrenmek için yapılmış onlarca alıştırmalar, aynı cümlelerin belki yüz kez yazılması, çeşitli şiirler derken, kenarlarına çiçekler işlenmiş bir kağıda yazılmış kısa bir not buldu kadın;
“Bay ve Bayan Cooper,
Kızları Levi’nin, Jack ile 19 Mayıs 1968 Pazar günü olacak evliliğini duyurmaktan mutluluk duyarlar.”
Shakespeare’in o canım sonesinin atfedildiği sevgili Bay Adrian uçup gitmiş, şiirin yazımından tam iki sene sonra, Jack denen bir adamla evlenmişti demek Bayan Levi!
Küçük çiçeklerle bezeli davetiyeyi bıraktı elinden kadın. Sabırsızca kağıtları karıştırmaya başladı tekrar; Mr. Jack’a ait bir not, bir ipucu aradı heyecanla. Ama yoktu…
Belli ki Bayan Levi, kelimelerini Bay Adrian için bitirmişti çoktan … Yollamadığı mektuplarını daktilo kutusuna saklamış, sevdiği şairin dediği gibi “kısa bir düş gibi gelip geçmişti” Bay Adrian’a olan aşkı…
Kadın yorgun başını duvara yasladı… Gözlerini kapadı. Karşısında, yıllardır görüp bildiği, hayattan alacaklı olarak bu dünyadan göçüp giden bir insanın tanıdık bakışlarıyla bir Levi belirdi…