Senenin birinin günlerinden birinde, ağaçsız dar bir sokakta etrafa bakınarak yürürken “trank” diye bir metal sesi duydum. Birkaç adım ötemdeki mazgal kapağı, masanın üzerinde döndürülen metal bir para gibi yalpaladı ve “lönk” diye olduğu yere yığıldı. Bir kez daha havalanan kapak “küüüt” diye asfaltın üzerine düştü. Mazgaldan elinde tüfekle iri bir sıçan sıçradı sokağa. Sıçanı görenlerin bir kısmı çığlık çığlığa kaçışırken birkaç cesur, ne sandılarsa, telefonlarla fotoğrafını çekmeye çalışıyordu. Görüntülenmekten hoşlanmayan sıçan havaya ateş açtı ve sokak karşı kaldırımda bayılan kadın dışında tamamen boşaldı. Ben de biraz önce arkamdan gelenlerin arkasından koşarak demin çıktığım sokağa daldım. Sokağın köşesinde bir bakkal vardı. İçeri girmeyi düşündüm ama mermi sesleri “puoaaat puoaaat puoaaat” yerine, “ciuv ciuv” yapmaya başladığı için diğerleri gibi duvar dibine sindim. Sıçanı görmek için ayağa kalkmaya çalışan adamı omzundan tutup aşağı çektim.
Birkaç dakika sonra ilk heyecanı atlatıp mermi seslerine de alışınca duvarın köşesine doğru süründüm ve başımı sıçanı görebileceğim kadar uzattım. İri olduğu kadar atletik bir sıçandı. Mazgalın yanında kuyruğundan kanguru gibi destek alarak arka ayakları üzerinde dimdik duruyor, arada bir ters parende atarken tüfeğini ateşlemeyi ihmal etmiyordu. Başına siyah bandana bağlamıştı, sağ omzundan çapraz astığı fişekliği ve belinde el bombaları vardı. Etrafına bakınan sıçanla göz göze geldik. Tüfeği bana doğrultup “Sen!” diye bağırınca kaplumbağa gibi geri çektim kafamı. “Bu ne cüret! Şimdi canını almaya geliyorum.
Arkamdakiler benden sonra sıranın kendilerine geleceğini çok iyi bilerek sokağın sonuna doğru koşmaya başladı. Onlara katılabilirdim ama o sırada duvarına yapıştığım bakkalın kapısı açıldı. Yedi, sekiz yaşlarında, saçları üç numara traşlı bir çocuk çıktı içeriden. Ağzını aça aça kahkaha atıyor, küçük küt dişleri ince bir çizgi gibi görünüyordu. Beyaz tişörtünü kemerle belinden büzdüğü yayık paçalı pantolonunun içine sokmuştu. Üstünde kendine iki beden büyük gri bir ceket vardı. Kocaman bir Trabzon ekmeğini sağ kolunun altına sıkıştırmıştı ve diğer elinde cam süt şişesi tutuyordu. Önümden geçerken benden mi korkuyorsun, der gibi baktıktan sonra koşarak sokağa döndü. “Poaaat” diye bir patlama sesi, ardından “puoaaat” diye başka bir patlama sesi daha duyuldu. “Eyvah!” dedim.
Sessizlik oldu. Gri asfalt üzerinde yol bulan süt önümden süzülürken tekrar başımı sokağa uzattım. Ellerini havaya kaldırmış çocuk, dimdik ayakta duruyordu. Ekmek ayaklarının dibindeydi, süt şişesinin parçaları da sağa sola saçılmıştı. Biraz ilerisindeki sıçan ise mazgalın yanında, tüfeği elinden düşmüş bir şekilde kıpırtısız yatıyordu. Birkaç saniye, sıçanın kalbine saplanmış cam parçasının kenarından sızan kanı izledim. Bu sırada insanlar birer ikişer ortaya çıkmaya başladı. Telefonlarıyla sıçanın ve çocuğun fotoğraflarını çekenler, çocuktan aldıkları haberle sosyal medyayı bekletmediler. Kuşkusuz bu yolla akşam televizyonlara da çıkacaktık.