Bir Hacıyatmazla Karşılaşma Hâli

Rahmet mi bolluk mu bilmem ama göğün dibi delindi. Tıpkı Halef’le yârenliğimizin başladığı gün gibi bir gün. Denize yakın olmayı seviyorum. Mevsim kış. Hava serin. Köpüren mavilikte gözlerim. Burnumda kıyıya vurmuş yosun kokusu. Yine bir mangal yanında ıslak oturmuş miskinlik ediyorum. İşim bu benim. Artık sadece kendimden mesulüm.

Hacıyatmaz gibiydi Halef, devrilse de neşesinden zerre eksilmeden doğrulurdu. Uzaktan bakanlar tam da bunu düşünürdü onun için. Hâlâ da öyledir. Oysa işler hiç de bakanların gördüğüyle aynı değildi. İsraf ettiği hayatından geriye kalandan bezmiş olsa da hayallerle kendini avutur dururdu. Kendini aldatması zor olsa da millet yutmuştu hâlini. Hacıyatmazların işi de bu değil mi zaten?

Yorgunluğunu hiç dillendirmezdi Halef, oysa bitap daldığı uykulardan sıçrayarak uyanır, uyur uyanık bir uyku uyurdu dermansızlıktan. Unutmak için gün ayar aymaz işe koyulurdu. Unutuyordu ancak geçmişi değil şimdiyi. Hayli zamandır üstünü sazlarla örttüğü tostçu tezgâhının önünden aylak aylak geçiyordum. Yağışlı bir sabahtı, mangalı tutuşturmuş çayı yeni demlemişti. Kedi gibi sırılsıklam olsam da yağmur altında yürümüş yorgun düşmüştüm. Sağanaktan yılıp dümeni ona kırmıştım. Kendine o kadar acıyordu ki gelen-geçen, konan-göçen hep aynıydı onun için. Onu tanıyacak kadar zamanımın olduğunu anlamamış, istediğim tostla sıcacık çayı hazırlayıp sunmuştu. İşini severmiş gibi yapıyordu. Sevecek başka bir şeyi yoktu, olsa da ne alacak ne de verecek bir şeyi kalmıştı. Kırk yıllık ahbabımmışçasına masama oturuvermiş, başlamıştı kahkahalar eşliğinde, “Hanfendiciğim,” diyerek dereden tepeden bahsetmeye. “Ne olacak hâlimiz”e vardırmadan sözü, o kış yaşanmakta olan soğuğa dem vurmuştu. Konuşmaya açmış gibi soluk almadan konuşuyordu. Belki de dinlenmeye hasretti yanımda soluklanmıştı. Sessizce dinlemiştim. Arada da tostumdan düşen kırıntıları parmağının ucunu ıslatıp ağzına atıyordu. Yediğim en lezzetli tosttur hâlâ, çıtırdayan tadı damağımda. Kim olduğum hakkında fikri olmadığı halde, merak edip sormamıştı. Tavlanmıştım günün sonunda. İkimizin de niyeti hiç yoktu aslında buna. O karanlık Pazar sabahı şenlenmişti benim için, onun içinse fasarya. Kısa süren muhabbetimiz o gün başladı.

Halef hayatını döke saça harcamış, geriye posası kalmışsa da tevellüdünü göstermez, dillendirmezdi… Sorana “Otuz beşimden gün aldım,” derdi ki doğruydu çünkü yaklaşık dokuz bin gün daha yaşamışlığı vardı o günden sonra. Ona, “Gani gani yaşların olsun,” dediklerinde bir kahkaha patlatır, içinden tövbe çeker, sonra da o çektiği tövbe için çekerdi tövbesini. Bunu söyleyenlerin onun o an ölmeyi dileyip pişman olduğundan haberi olmadığından neşesine eşlik ederlerdi.

Hacıyatmaz Halef’in gülüşü güldürürdü herkesi. Kimse ağladığını görmemiş, o da ağlamayı unutmuştu. Niye ağlayayım ki diye söylenirdi bazı bazı, “İnsan kendine ne kadar acıyabilir ki?” diye sorardı, halini dert edindiğini düşünmekten kaçınarak. Hacıyatmazlar için hayat yalan, Halef ise bu işin kralıydı.

“Güzellikleri batsın,” dediği iki kadını, daha güzel olduğunu söylediği kadınlar için bırakmıştı yarı yolda. Babalığı bundan ibaret bildiğinden, “Tohumlarını ben koydum,” dediği iki de çocuğu vardı, o bir başlarına koyduklarından. Âşık olduğunu da söylediydi Halef. Her şey gibi onu da harcamıştı. Sevdiğini, sevildiğini unutarak, sıcak bedenlerde mucize aramaya devam etmiş, tükenmişti. Kendini mutlu saydığı o aldatıcı günleri yâd eder dururdu.

Çok insana patronluk edip sıfırı görmüş, sorsan onu da unuttuğunu söylerdi söylemesine de içinde yaraydı, o heybetli saydığı günler. İşin biçimi değişse de kimseden emir almadığıyla övünüp dururdu ancak bir vakitler buyruğu ile karnını doyuranlar da yaptığı tost için bahşiş bıraktığında, ağrına gitmişti şimdisi. Daha dertli içmiş, daha çok sövmüştü o gece. Devrilmesini ellerden, dikilmesini kendinden bilirdi, çünkü hacıyatmazdı o.

Vakitli vakitsiz iç çeker, “Kendim ettim, kendim buldum,” derdi demesine de bunu anlamak aklına gelmez, meşhur kahkahasıyla çınlatırdı ortalığı. “Benden geriye kalana bakıyorsun, altı üstü buyum,” derdi. Memnun olmadığı bitmişliğini saklamaktaydı sadece.

Milletin pireleri mahremini mesken tutmuşken, ben de, o da, yola düşüyorduk. O mecburen, ben keyiften. Ben her yere gidebilirdim, onun ise gidecek mecali yoktu. Ne geçmişimiz ne de geleceğimiz örtüştüğü halde kanlarımız birbirine ısınıvermişti.

Aslına bakarsanız bayat birer hikâye, yolculuklarımız romanlara defalarca konu olmuş nev’inden yani. O hırsından bense seçimlerimden fiyaskolarla sonlansa da zaferler yaşamış, yenileri için doğrulmuştuk. Ömürlerimizi başka yollarda geçirmiş olsak da dikilivermiştik ona karşı, o hacıyatmaz gibi bense “Yıkılmadım, varım,” diyerek.

Saçtığı paracıklar suyunu çekince etrafı bomboş kalmış Halef’in. Uzandığı kanepede, ikinci dubleyi bitirmeden sızdığını, güneşin perde aralığından yüzünü yalamasıyla anlar, o dakika bütün küskünlüğüyle açardı gözünü. Bir Prozac atar güne başlardı. O gücenik halini, o gülen yüzde bilmeyen göremezdi. Ne kendini ne de hayatı ciddiye alıyordu Halef, hele kadınları hiç. “Tın,” diyordu hepsine. Bana niye koynunu açtığını, benim ise o sineye niye başımı koyduğumu bilmiyorum. “Yanlış insanları yoldaş etmişsin kendine,” dediğimde, “Senin hiç olmamış ya, benimkiler hiç değilse güzeldi,” demişti. İkimiz de yalnızız.

Zenginlik ve güzelliğin gelgeç olduğunun resmi o, bense hayal kurmaktan vazgeçip hayatın tadına bakıyorum.

Hayatlarımız akıp gidiyor. Yolumuzun varacağı yer doğduğumuz gün belliydi. Ara sıra tökezlesem de göçebe olmak iyi geliyor bana. Halef çakıldığı yerde düşüp kalkmaktadır. Olduğu kadarıyla doyuyorum ben, o ise hep açtır. Unumu eleyip eleğimi astığımdan beri mirasyedi gibiyim. Halef’in eleyeceği unun başağı bitmemiş henüz.

“Ruhum uyuşmadan bedenimi hareket ettiremiyorum,” diyerek gece alkole, gündüz anti-depresanlara sığınıyordur hâlâ. Onu uyanık sananların gördüğü şey sarhoşluk hâlidir anlayacağınız.

Benim ne olduğuma kimse hüküm koyamıyor, bunun için sarf edecekleri zamanı tanımıyorum onlara. Yolcuyum ben. Karşılaşıp unutan, unutulan bir yolcu. Halef’in hangisi gerçek kendi, o hangi hâlinden memnundu diye soracak olursanız, hiçbiri diye cevaplarım sizi. Halef söylenip durduğu geçmişinin özlemiyle yanıp tutuşuyordur. Yerine koyduğu yenisiyle de barışacağı yoktur.

Ölüm var. Herkes göçebe. Hangi dorukta konaklamışsın, hangi yardan düşmüşsün kimin umurunda? Her hayat ziyan zaten. İnsan olmanın bedeli bu değil mi?

Yağmur yağınca aklıma Halef düştü. Onu bulduğum yerde bırakalı hayli zaman oldu. Ne ben onu ne de o beni sevdi. Benim ondan istediğim hiçbir şey yoktu, onunsa vermeyi istediği her şey geçmiş olmuştu. Birbirimize kanımız kaynayıp soğudu sadece. Kollarını iki yana açıp kahkaha atışını özlerim bir vakit, unuturum sonra sonra.

Yorum bırakın