İzmarit

 Çocukluğuma dair hatırladıklarım, zihnimi ne kadar zorlarsam zorlayayım beş yaşından öteye gidemiyor ne yazık ki. En eski olanlar dâhil, kendimi önemli biri gibi hissettiğim, sevildiğime inandığım en ufak bir anım bile yok. Belki de dünyanın adil bir yer olduğuna inanıp, hayata sıkıca bağlanmama neden olacak “şey” bir türlü hatırlayamadığım bu ilk beş yıldadır. Eğer öyleyse ve unuttuysam yazıklar olsun bana! Hatırlayabilseydim, kim bilir belki de şimdi bambaşka bir hayatım olurdu.

 Öz anam ve babamla Adıyaman’dan Aydın’a, benim bir, ablamın da dört yaşına girdiği yaz gelmişiz. Dört yaz üst üste aynı tüccarın tarlalarında, tütün kırıp, dizme işinde çalışmışlar. Biz de yanlarında, toz toprak içinde debelenir dururmuşuz. Burada, hep beraber zor koşullarda yazı geçirsek de kışın memlekete döndüğümüzde aç kalıp ele güne muhtaç olmuyormuşuz. Çadırlarda kalıp, kavun, karpuz, üzüm, peynir, ekmek, zeytin ne bulursak yermişiz.

 Son yaz, anam sekiz yaşına basan ablamı da alıp, aslında iki yazdır gizliden seviştiği, yine onlar gibi her sene tütüne gelen Batmanlı genç bir adamla kaçtı. Anamın kaçtığı günü çok net hatırlıyorum. İşte bu benim ilk anımdır.

 Beş yaşındaydım. Güz sonuydu. Artık çadırlar sökülüyor ve işçiler gruplar halinde memleketlerine dönüyordu. Babam erkenden, dönüş için otobüs bileti almaya kasabaya gitmişti. O çıkar çıkmaz annem, ablamı dürtükleyerek uyandırdı. Yanına, belki de geceden hazır ettiği, basma çıkınını aldı. Babamın yastığının altından, yaz başından beri biriktirdikleri bir tomar parayı alarak göğsüne sokuşturdu. Koşarak çadırdan çıktılar. Arkalarından ayağımı sürüyerek zar zor dışarı çıktım. Az ötede Ramazan ağabey ile konuşurlarken gördüm. Ablam bağırarak ağlıyordu. Anam kolunu sıkıyordu kaçmasın diye. Sonra ablama bir tokat attı Ramazan ağabey. Ablam annemin elinden kurtulup, koşarak çadıra geldi. Gündüz gece elinden düşürmediği, oynamak için çok can attığım ama bir kere bile elletmediği bez bebeğini yorganının arasından alıp, bağrına bastı. Annem de arkasından onu almaya geldi. Beni de alsın diye kollarımı kaldırdım ona doğru. Bakmadı benden yana. İkisi tekrar el ele Ramazan ağabeyin yanına döndüler. Artık ablam ağlamıyordu. Annem, çadırın önünde olduğumu fark etmedi herhalde, yoksa son defa bana sıkıca sarılırdı diye düşünüyorum. Babamla beni bırakıp kaçtığı günden sonra, bir zaman, rüyalarımda beni de kucakladığını ve yanında götürdüğünü, ya da son bir defa sımsıkı sarılıp öptüğünü görürdüm. Bu tatlı hayal beni bir süre mutlu etti. Unuttum sonra.

 Bunların kaçtığı, akşam babam dönünce anlaşıldı. Olayı anlayan babam, incir ağacının dibine çöküverdi. Özensizce sardığı sigaralarından birini yaktı. “Gitti bilet parası.” diye sızlanıyordu. Sonra kalkıp, dayı başı dediğimiz adamın, yazıhane gibi kullandığı barakaya doğru yürüdü. Bana dönüp de hiç bakmadı bile. O babamı son görüşüm oldu. Sonradan anlattılar bana hem bedenen hem de zihnen kusurlarla doğduğum için, sevilmeye, sahiplenilmeye, merhamet edilmeye layık bir çocuk değil de, daha çok ayak bağı bir mahlûk olarak görmüş beni. Kara saçlarım, kara gözlerim de anam kahpesini hatırlattığı için, evlatlık olarak dayı başı dedikleri adama on paraya satmış. Son bir kez pavyona gidip gönlünce yemiş o parayı. Sonra da çekip gitmiş. Küsmüş gayrı Aydın’a da tütüne de. Gelmemiş bir daha. Gidip anamı da aramamış ardına düşüp, öyle diyorlar.

 Şimdi düşününce annemin yüzü çok net hafızamdadır. Upuzun, kapkara, sağ omzundan sarkıttığı örgüsü, burnunda hızması, incecik kaşları, kıvrık kirpikleri, kahkahası. Ancak babama dair hiçbir şey yok bende. Anamı bilmem belki affeder miyim ama babamı ölsem bağışlamam.

 Aslında pek de istemedi, sevmedi beni bu dayı başı. Ancak bir tanecik nazlı hanımını kıramadı. On yedi senedir bir türlü tohum tutamayan kadın, kendi gibi eksik, kusurlu saydığı benceğizi çok sevdi, bağrına bastı. İşte buradan sonrası apaydınlık, tazecik aklımda. Analığım misler gibi baktı bana. Önce sıcacık yıkadı beni. Tertemiz giydirdi. Belki de doğduğumdan beri hiç taranmamış, okşanmamış, bakımsızlıktan bitlenip, keçeleşmiş saçlarımı öyle bir seve okşaya taradı ki ipek gibi oldular inanmazsınız. Uçlarına kırmızı, pembe ipler bağladı. Kendi elleriyle ördüğü yün elbiseleri giydirip, elimden tutup çarşı pazar gezdirdi. Şaşılığım, topallığım, ahmaklığım bile geçmişti sanki sevilmekten. Denize götürdüler beni bir kere. Ablamın bebeğinden onlarca kat güzel bebeklerim oldu. Reçeller, börekler, muhallebiler, sarmalar, dondurmalarla, köftelerle besledi.

 Şansım yokmuş ki ölüverdi zavallıcık ben daha yedime girmeden. Böylece ömrümde sadece iki yıl okşanan, talihsiz başım yine bir anda sevgisiz kaldı.
Dayı başı, çok sevdiği karısının daha senesi gelmeden ikinci analığım ile evlendi. Gülbahar anam, beni evde gözünün önünde hiç istemedi. Haklıydı da biraz. Üzüntüden, bakımsızlıktan, sevgisizlikten kusurlarım iyice göze batar olmuştu. Ucubeye dönmüştüm. Bütün gün bir köşede oturup, gözlerimi dikerek analığıma bakıyordum, gelir de belki başımı okşar diye. O ise beni üvey babama şikâyet ediyor, sürekli onu takip ediyor olmamın, kendisini korkuttuğunu söylüyordu. Annesi de beni hiç sevmezdi. Ne zaman ziyarete gelse “Tövbe Estağfurullah!” çeker, benden yana üflerdi. Gülbahar annem üçüzlere gebe kalınca, annesi de temelli bizim yanımıza yerleşti. Rahmetli analığımın, tertemiz sabun kokan, sarı fistolarla süslediği yatağımı, sandık sepet konulan bodrum kattaki odaya taşıdılar, boşalan odamı da ona verdiler. Böylece göz önünden kalkmış oldum. Yine de evde istenmiyordum. Hamilelik ilerledikçe, dayı başı Gülbahar’ın nazı ve kaynanasının baskısı altında kalıyordu. Bir gün kaynanası:

 “Çocukları düşürtecek bu yılan kız bakışlarıyla,” diyerek, benden zaten baştan beri pek hazzetmeyen dayı başının aklına girdi. Evden de kovuldum böylece. Ben evden ayrılmış olsam da uğursuzluğum ardımda kalmış olmalı ki gününden önce doğan üçüzlerden sadece biri yaşadı. Zaten hava sıcaktı. Tütün işleyenlerle beraber tarlalarda, çadırda yatıp kalktım bütün yaz. Güz sonunda, kış soğuğu bastırmaya yakın tütün işi bitti, çadırlar söküldü. Analığı tadınca önce yumuşayan, ardından da iki evlat acısıyla yara alan Gülsüm ananın yüreği, bana karşı azcık merhametle doldu. Belki de korktu, kim bilir. Kışın yakında bastıracağını, gidip avluya çattıkları kulübede yaşayabileceğimi söyledi. İçine yakacak atınca kıpkırmızı kesilen teneke bir soba, rengi ağarmış sarı fisto çarşaflı yatak, üzerinde bir gün öncenin artık yemeklerini hayvani bir iştahla yediğim, tabureden bozma bir masa dışında başka eşyam yoktu. Dört beş sene bu düzende yaşadım gitti.

 On iki yaşıma bastığımda doğru düzgün bir eğitim almadığım için, henüz tam anlamıyla okuma yazmayı bilmiyordum, hesap kitap yapamıyordum. Ancak yaz mevsimlerinde farklı birçok insanla aynı ortamı paylaşmak, seneler süren suskunluğumu sona erdirdi. Güzel bir şekilde konuşabilme, derdini anlatabilme yetisi kazandım. İnsanların gözünde, acınası, muhtaç bir zavallı değil, lafı sözü dinlenir biriydim artık. Küçük yaştan beri önemsenmemek, önemsememeyi öğretti bana. Geçmişten intikam almak, büyüdükçe daha da belirginleşen fiziksel kusurlarımı örtmek adına, abartılı bir ukala oldum. Ayrıca tütün işlemede ustaydım. Bu da bana güç veriyordu. Elim çok hızlı ve düzgündü. Ayağım da aksamasa yetişen olmazdı. Dayı başı bile bu konuda bana güveniyor, işçilerin başına gözcü koyuyordu. Zaman geçtikçe, güçlendikçe bir hanım ağa rolüne bürünüp, çalışanları itip kakmaya, hor görmeye başladım. Kendimi önemli biri gibi hissediyordum. İyice başına buyruk oldum. Tütün artık benim hayatım, yaşama amacım olmuştu. Tütünle yattım, tütünle kalktım. Tütün koktu hep saçlarım, ellerim, eteklerim. Yine tütün kokan erkeklerde bıraktım çocukluğumu, kızlığımı.

 Az daha palazlanınca dayı başının evinden temelli ayrıldım. Kasabanın çıkışında bir dam uydurdum kendime. Önünde de bir avuç toprak. Canım istediğinde, param bittiğinde çalıştım. Günlük işlere girdim kışları. Kasaba doktorunun muayenehanesinde hademelik ettim, inşaata bekçilik, şoförlük. Yazları yine tütün işledim. Böyle böyle kırk beş yaşına geldim.

 Kara saçlarımı daima anamınki gibi ördüm ve bir omzumdan da aşağı sallandırdım. Ağzımda da babam gibi illa hep özensizce sarılmış bir sigara ve bolca da küfür. Sigara içmeye sanki doğduğumda başlamışım gibi, ilk çektiğim nefesi hiç hatırlamıyorum. Oysa izmarit yemeye başladığım gün, dün gibi aklımda. O yaz işte; ilk sevdalandığım oğlanın, dizilen tütünleri taşıyan traktörle beraber, yardan aşağı yuvarlanıp paramparça olduğu yaz… Beyninin, yarın kenarında arsızca büyüyen yaban kekiklerine kadar saçıldığı yaz. Kaç gün gittim geldim, tek tek ellerimle toplayıp, toprak bir testide biriktirdim. Sonra da neredeyse başsız kalmış bedenini gömdükleri toprağa gömdüm hepsini.

 Yaz boyu, kaç gece, yalnız ya da bir başka erkekle çadırımda yatarken, “Gidip girsem koynuna,” diye düşlediğim erkek, tütünleri kırarken bazen kaçamak, bazen aleni olarak seyrettiğim o güzelim siyah saçlı baş, dağılmıştı. Testiyi gömdükten sonra, hırsımdan ertesi gün yoldum tüm kan ve et bulaşan arsız kekikleri, bir tane bile bırakmadım. Çiğnedim, tepindim üstlerinde. Sonra aldım başımı gittim. Günlerce çıkmadım ortaya, gittim dağlarda yattım. Haykıra haykıra ağladım. Katıla katıla güldüm. Tam on yedi gün sonra döndüm kasabaya. Gözlerimde daha da parlak anlamsız bir ışıkla. İyice yedim sonra; kafayı da köküne kadar içtiğim sigarayı da. İlk seferinde, incecik kâğıdı, pembe pamuk şekerlerden de tatlı eriyivermişti ağzımda. Dayı başı denen herif, rahmetli analığım sağken bir kere bizi Nazilli’ye bir pastaneye götürmüştü. Orada yumuşacık, kremalı bir pasta yemiştim. Filtresi, o pastanın pandispanyası gibi puf puftu. Tütün ise bildiğim ekşimsi, ağızda erimeyen, kekremsi bir tattaydı.

 İzmarit yemenin lezzetini alınca, şimdi sigara içmeyi de bıraktım tamamen. Upuzun kara örgülü saçlarımı savurup, belimde eski tülbendimden yaptığım bir torba, milletin izmaritlerinin peşindeyim. Ben içmiyorum ya artık başkalarınınkini topluyorum. Kahvehaneler, kafeler, caddeler, sahiller, aranıp duruyorum. Hele o aromalı ince kahverengiler yok mu? Bir külaha üç top dondurma koydurmuş bir çocuğun zevkiyle bir lokmada yutuyorum. Kıpkırmızı ruj lekelilerini bilhassa hırsla ısırıyorum. Kahpe anamı hatırlatıyor bana. Sarma cigara, Adıyaman işi hep özel anlara sakladığım. Saçaklı kaba tütünlerini günlerce dişlerimin arasında dolandırıp duruyorum. Başlarda üçtü, beşti. Şimdi, nereden baksan günde yirmiyi buluyor yediğim. Kafam kızmışsa o gün, bazen de otuz.

 Yaşım oldu kırk beş. Dokunur mu ki acaba?

S ahi yarın kasabanın doktoruna sormalı.

 “Sigara içmek öldürürse, sigara yemek ne eder adamı?”

2 thoughts on “İzmarit”

Yorum bırakın