Şişedeki Yasa

 Esasında başlangıcın ne ilham verici bir kadın güzelliğinden, her anı birbirinden farklı bir doğa olayından ya da tanrısal olarak kabul gören sanatsal bir etkiden kaynaklanmadığını söyleyebilirim. Çünkü o zaman bunlardan bir tekine bile sahip değildim. Aklımı başımdan alacak bir kadın yoktu yanımda, batan güneşin son ışık huzmeleri gözlerimi kısmamı gerektirmeyecek nahiflikte kaşlarıma takılıyordu, bir de o zamanlar Tanrı’nın varlığını sorgulayacak zihinsel nöbetler geçiriyor ve kendime gelene dek ruhumu bayağı hırpalıyordum.

 Birden elimdeki kitap takıldı aklıma. Her zaman olan bir şey değildi, çünkü genelde ve çoğunlukla parmaklarımdan birinin eksik olduğunu aklıma getirmemi ya da hatırlamamı sağlayacak bir yapıtı okumak şöyle dursun, onların yanından bile geçmezdim. Şimdi olan bundan ibaretti.

 Elime nereden geçtiğini bilmediğim bu kitabı okumak için kitapçı dükkânının yolunu tutarken kısa boylu, parmağında bir düğümle bağlı olduğunun sembolünü taşıyan ama görünüşe göre hüküm vermeyecek benim gibi birinin bile bir eşinin olup olmadığı konusunda tam bir fikir birliği içinde yorum yapamayacağı, onun gibi biriyle (nasıl biri olduğunu birazdan anlatacağım) karşılaşmıştım.

 Kitapları tararken oturduğum masalarda bana eşlik eden, raflar arasında gezinirken kapalı bir ekrandaki yansımasını kaçamak izlediğim bu yüzün niçin peşime takıldığını bilmiyordum. Onunla bir tek diyaloga girmiştim; hava bunaltıcı derecelere kadar çıkmıştı ve havalandırmasız odalardaki yoğun ter kokusu kendimi dışarı atmam için beni fişekliyordu. Karton kapaklı romanların sayfaları arasına dolan ılık havayı yüzüme çarparken, ona kapalı pencerelerden birini benim ve kendisi için de tabii açıp açamayacağı sorusunu yöneltmiştim. Bu benim için yeterli değildi, ama onun için böyle bir soru, yöneltici aklın kendisi üzerinde birtakım planları olduğunu hissetmesine yetiyordu sanırım. Bilmiyorum, belki de içimde sakladıklarımı bu cümleyle ele vermiştim. Karşılığını ondan almak istiyor da olabilirdim. Durum bundan ibaretti.

 Üzerinde yorum yapabileceğiniz ve planlar kurabileceğiniz kadınların kendilerini şekillendirecek erkeklere niçin göz koyduğunu bilsem de bu parmağı yüzüklü kısa boylu kadının peşime niçin takıldığını şimdi bile tahmin edemiyorum. Dikkatimi çekmeyi başardıktan sonra yan gözle beni süzdüğünü, hareketlerimi taklit ettiğini, fare altlığıyla yüzümü yelpazeledikten sonra aynı davranışı kopyalamak için o şeyi elimden aldığını da unutmamak gerek. Yaptıklarını takip altında tutuyor ve yüzünde bir damla ter olmamasına rağmen suratını yelpazeleyeyişindeki çekici yakınma duygusuna anlam vermeye çalışıyordum. Sanki, senin yüzünden hareketlerini kopyalamak zorunda kalıyorum ve terlemesem dahi elime bu şeyi alıp yüzüme çarpıyormuş gibi yapıyorum, diyordu. İnsanlarla kurduğum bağların kendilerine has ve görülmemiş ölçüdeki farklılıkları bazen beni de böyle zor durumlara düşürüyordu.

 Bağı kırmak için kitapçıdaki başka odalara kendimi attım. Peşimden geleceğini bilmiyordum. O derece ustaca yazılı yapıtlara ilgi duyuyor ve bir okuryazar olduğu izlenimini veriyordu ki, bazen kendimi onun peşinden bir yerden bir yere sürükleniyormuş gibi hissediyordum. Sanki peşimden gelmesini sağlayacak erkeksi kokuları çarpıp sürtündüğüm kapı ve duvarlara işlerken onun iş ortağı gibiydim. Onu tanımazlıktan geliyordum. Onunla oyun oynuyordum. Onu tanıyordum. Bunların hiçbiri değildi, çünkü hâlâ niçin uğraştığı işle ilgilenmek yerine odayı değiştirdiğimde ayaklanıp peşime takıldığı konusunda fikir sahibi değildim. Onunla asla konuşmadım, sadece bunaltıcı havayı kırsın diye pencereyi açmasını istemem dışında tabii. Üzerinde çalışılması gereken kızlardan değildi, olduğu yeri, bulunduğu ortamı içinde eriten, dışındaki mekânda kaybolan, kimsenin farkına varmayacağı tiplerden biriydi. Böyleleri kolayca cebinizdeki para kesesine göz diker ve elinizi ceketinize atmadan yükünüzü boşaltırdı. Birden araya karışır ve kısa boylu bir oyun kurucunun uzun beş numaralar arasından süzülerek pota altına kıvrılıp kolayca turnike yapmasına benzer ustaca bir çeviklikle sizi harcarlardı. Hem onunla ne konuşacaktım?

 “Bayan, sizi tanımıyorum, lütfen benden uzak durun,” diyebilirdim.

 “Bayan, bir parmağım yok, sizin gibileri iyi tanırım, ama cebimdeki para sizi tatmin etmez,” diyebilirdim.

 “Bayan, peşime takılma nedeniniz nedir? Sadece bunu öğrenmek istiyorum,” diyebilirdim.

 “Bayan, kısa boylu, tuhaf derecede kadınsılıktan uzak ama verici bir insana benziyorsunuz, o yüzden önden siz buyurun,” diyebilirdim. Daha da açık konuşarak:

 “Bayan, evli olduğunuza insanları inandırmak için parmaklarınızı sıkan o metallerle donatılmış eli gözüme sokmanıza gerek yok,” diyebilirdim.

 “Bayan, niçin beni takip ediyorsunuz? Evli biri olduğunuzu görüyorum. Bir deney mi bu? Başı bağlı bir kadın çocuksu ve kadınsılıktan uzak görünüyorsa o kadar aldatmaya ve çok eşli olmaya yatkındır, demek için mi böyle davranıyorsunuz? Evli olduğunuza inanasım gelmiyor. Peşime takıldınız. Kitapları karıştırıyormuş gibi görünüyorsunuz. Sizinle konuşmam için bir metre çapındaki alanım içinden ayrılmıyorsunuz. Sizi takip ettiğimi ancak benim kendisini takip altında tuttuğumu bilmeyen bir kadını oynayan sizin gibi birini arzulamayacağım görüntüsünü verdiğimi düşünüyorsunuz. Elinizdeki o yuvarlak metallerle bu hareketleriniz size yakışmıyor.”

 Kitapçıdan ayrılmadan önce binanın merdivenlerine oturmuş beni beklemekte olduğunu bilmiyordum. Ayrık bacaklarına dolanan kot pantolonu üzerinde durduğu uzuvlarını erkeksi açıyla açmasına neden olmuştu. Kulaklıklı telefonunu kurcalayıp şarkı seçimi mönüsünde geziniyordu. Niyeti bir konuşma başlatmaktı, ancak sonrasında bu sesli çiftleşme açımlamasının hangi karakolda sonuçlanacağı ya da nasıl bir şekilsiz sosyal ucubeye sebep olacağı belli değildi. Yolum belliydi. Gitmek istiyordum. Ona yapışmak istemiyordum. Sonuçlarını kestirebileceğiniz bir çatışma ortamından kaçmamanız için sizi dürten şeytanlarla ortak olmak çok kolaydı, ancak yüz çevirip çizginizde devam ettiğinizde elinize zor da olsa daha çok şey geçerdi.

 Devamında binadan ayrıldım, bu kızın oturduğu ve ayıp açıyla yayıldığı bina merdivenlerinden kalkarak peşime düşeceğini bildiğimden sokakta adımlarımı yavaşlattım. Düşündüğüm oldu. Bina kapısı kapandıktan on beş saniye sonra onun yine peşime düştüğünü gördüm. Dışarıda durum biraz daha değişikti. Şimdi ben kendimi onu takip eder halde bulmuştum. Karşıdan karşıya geçerken, trafiğe dikkat ederken, kaldırımlara çıkarken, pasajlara girerken, sağına soluna bakarken peşime niçin takıldığını öğrenebilmek için son durağını ve rotasını öğrenmem gerektiğini biliyordum. İyi bir fikir değildi bu da.

 “Hepsi senin gibiler yüzünden oldu,” dedim kendi kendime. “Bir parmağımdan oldum. Basit bir iş kazasıydı sosyal güvenlik uzmanlarının teftişleri sonucunda oluşturdukları rapora göre. Daha dikkatli olmalıydım. Kendimi işime vermeliydim. Baskı makineleri, matbaa ekipmanları, döner silindirler, malzemesi kâğıt, düşünce, mürekkep, hayal gücü olsa da böyle kazalara sebep olabilirdi. Satın aldığın kitabı dikkatli seç. Okuduğun kitap senin eksik parmağına odaklanmana neden olacak kadar kopuk, sarmayan türden, akıcılık eksikliği olan bir yapıtsa, onu en başından bulunduğu rafında bırak. Seni kavrayıp yutabilecek cümlelerden kurulu bir kitap seç. O kızı da unut. Parmağın. Neden böyle oldu? Basit bir iş kazasıydı uzman denetçilere göre. Aklın başında değildi. Kendini işine veremiyordun. Dikkatsizlik ve yoğunlaşma eksikliği. Onlar bu sonuca vardılar. Ancak sen para yedirerek yatak ettiğin hayat kadınlarının organlarında şekilden şekle giren, vahşi bir hayvan gibi kıvrılıp bükülen, o iç duvarları, ıslak ve kaygan tavanı tırmalayan parmağını niçin kaybettiğini biliyordun. Gerçek neden buydu işte. Onların para sızdırıp hayat fışkırtan organlarını tırmalayan şimdilerin eksik ve de kayıp parmağı, senden kopmak için can atıyordu. Kadınların vajinalarını kurcalayan parmağın kopmuştu. Kadınların kaşınmasını engelleyen hissiz ve uyarılmaya lüzum görmeyen o parmağın, hayat enerjisini ve kadınlığı basan bu et, matbaada kalmıştı.

 Evime dönmüştüm. Kitabı yine elime almıştım. Beni niçin kafese koymak istediğini bilmediği o tuhaf kızı, parmağımın koptuğu günü, matbaaya çalışmak için başvurduğum haftayı, hedefimdeki hayat kadınlarının listesini yaptığım parkı ve sarmayan o kitabı düşündüm. Üzerinde düşünülüp kafa yorulmayacak bir insan olmak isterdim. Kopan parmağım eklemlerinden sarkıp işleyişini sürdürebileceği kadınları arzulayan bedenimin bir parçasıyken, onun eksikliği durumunda nasıl bir ruhsal psikozla karşılaşacağımı hiç düşünmezdim. Bazı filmlerde işaret parmağı olmayan yakuzalar görürdüm ve konuyla bağlantılı olabilecek başka bir kaydım da yoktu. Tetik çekemesinler, samuray kılıcını sıkıca kavrayamasınlar, düşmanlık besleyemesinler ve erkeklik alanında güdük ve sindirilmiş kalsınlar diye bu savaşçıların düşürüldükleri durumla benim halim pek çok açıdan benzerlik taşıyordu. Artık ben de alışık olduğum parmağımı kullanamıyordum, kadınları dünkü çocuk gibi yoğuruyordum, elimden çıkan pembe renkli parfüm kokulu hamurlar da acemi bir fırıncı çırağının ilk işlerinden farksız oluyordu.

 Birden eksikliğin kopan parmağımdan çok kalan gerideki artıkta olduğunu anladım. Eksik olan kopan parmağım değil, geride kalan, bir uzvunu eksik sayan, ancak asıl kendisinin ısırılan büyük lokma olduğunu bilmeyen bedenimdi. Altıncı senesinin ortasındaki tıp doktoru unvanı elde edebilmek için var gücüyle çalışan bir akrabamın yanına uğradım. Onu her gördüğümde ufak bir masa üzerinde test çözer, denklik sınavlarına çalışır, kendi ülkesinin insanlarını tedavi etmenin iki gök cismi arasındaki mesafeyi arttırıp azaltmak kadar zor olduğunu dillendirip başka ülkelere göçmek için çalıştığını söylerdi. Yine aynı şey oldu.

 “İşte ben bu yüzden ülkeyi terk etmek istiyorum,” dedi.

 “Korkmana gerek yok,” oldu yanıtım. “Senden bu kez yapılamayacak kadar zor bir işi becermeni istemeyeceğim. Mesela bir ölüyü diriltmeni istemiyorum. Hayatımı yüz yıl daha uzatmanı da istemiyorum. Çaresi olmayan hastalıklara deva olup doktorluk mesleğinin kökünün kazınmasına vesile olman da değil isteğim. İsteğim sadece geleceğe bir yazı döşenmemde bana yardımcı olman.”

 Yazının benim işim olduğunu, kalem sanatlarıyla ilgilendiğim için bir matbaada çalıştığımı, boş zamanlarında yeni çıkmış kitaplar üzerine eleştiri metinleri kaleme aldığımı söyledi. O böyle şeylerle ilgilenmezdi. Bense durumun kendisiyle doğrudan ilgili olduğunu söyledim. Geçen günkü elimde patlayan para etmez ve yakılası kitabın kopan parmağımı bana hatırlattığını söyledim.

 “Seni teşvik ettiğimi biliyorsun, ama öyle bir durum oluştu ki şimdi, sanki kazandığın parada gözüm varmış, aylığının yarısını hesabıma yatırmak zorunda kalacakmışsın gibi hissettiğini düşünüyorum. Kendimi ne senin hamin ne de sponsorun olarak görüyorum. Evet, doktor olmanı senden çok istiyorum. Bunun nedeni bir baltaya sap olamamışlığım değil, para kazanamayışım hiç değil, kendimi seni itelerken görmek, faydalı bir iş yapmış olmakla eşdeğer bana göre. Bu yüzden okulunu bitir. Uzmanlık sınavlarını, denklik derslerini ver ve doktor ol. Her zaman tıp okumak istemişimdir, elbette bendeki bu düşünce ‘doktorluk okumak istiyorum’ dediğim zamanlardan kalma. Tıp diyemiyordum, sadece doktorluk okumak istediğimi, genetik hastalıklarla ilgili bir dalda ödüllü buluşlarımla insanlığın gözbebeği olduğumda, işte sadece o zaman kendimle gurur duyabileceğimi düşünüyordum. Ama şartlar bunu gerektirdi. Beni bir hayvanat bahçesine kapattılar. Resmen bir hayvanlar topluluğu içinde, insanlığımı unuttuğum, yabanıl davranışlarımı yoluna uydurduğum, kendimden ve özümden koptuğum bir sınıfta eğitim almaya çalışırken insan nasıl gelişebilir? Keskin dişler, büyük ve kaba, ağır toynaklar, yağlı gövdeler, sivri ve keskin dişleri taşıyan köşeli çeneler, keskin pençeler içinde yara bere sararak gelişim dönemimi heba ettim. Geriye kalansa harcanmış yıllardan ibaretti. On dört senemi boşa harcadım. Beni bu duruma düşüren aileden de, hayvanat bahçesine kapatılmama onay veren toplum liderlerinden de, geleceğimi düşünmeyen kendimden de nefret ettim. En azından onlardan birinden hesap sorabilirdim. Sonra kendime geldim.”

 Tıp doktoru mantıklı sorular soruyordu, bir kere henüz okulunu bitirmemiş olduğunu, kendini basit bir kan testini bile yorumlamaya yeterli görmediğini, bunun en başta gelen nedeninin eline henüz bir diplomanın geçmemesi olduğunu söylüyordu. Doktorları iyi tanırdım. Bu çocuğa da hak veriyordum. Sonuçta kendini eksik ve yetersiz olduğu alanda yetiştirmesine bakılacak olursa içinde uyuyan ya da yarı ölü bir tanrıtanımazlık yatıyordu, ki böyleleriyle anlaşmak daha kolaydı.

 “Bu bölümü niçin seçtin?” diye sordum.

 “Cevabı basit. Hastalıklar. Her yerdeler. Senin gibi olmak zorunda değilim, ama içindeki tıp okuma isteğini geçiştirip bastırmamanı sağlayan düşünceler az çok bu bölümü seçen her öğrencide saklıdır. Kendimi buna odakladım. Şartlandım ve oldu. Hastalıklardan çok korkuyorum. Bu yüzden o hastalık hastası olan o karakterin oyununu ezbere sayacak kadar çok okudum. Kendimden nefret ettiğim de oldu. Bu kadar korkak olamazdım. Sonuçta sağlıklı olmak ile hasta olmak arasındaki fark geçiciydi. İnsan zaman ve mekân sorunu söz konusu olduğunda böyle düşünür. Kısa süreli yaşam alanı içinde bazen ölümsüz olduğumuzu düşünmek isterken, bazı durumlarda bir dakikadan bile az süren hazlarla kendimizi kandırmaya çalışıyoruz. Oynaşma ve katılım. İnsan doğasında bu var. Doktor olmayı isteme nedenim bu. Aslında bir de şu var. İnsan sınıfsal düşünce sistemini geliştireyim derken kendi beynini bölümlendirmiş bir yaratık. Üstte olmak istedim. İmrenilmek istedim. Büyüklenmek istedim. Tepeden bakmak istedim.”

 Kendisini hala tıp doktoru olarak görmeyen, bu nedenle de bu unvanla seslenişimi hoş karşılanmayan tanıdığım devam ediyordu. Bir insan niçin doktor olmak isterdi? İnsanların sağlıklı kalmalarını sağlamak kendi yaşam saatinin geride kalmasına olur vermek demek değilse neydi peki? Konuşma sırası bana gelmişti. Nereden başlayacağımı ve toparlarken batırma olasılığım olan kendi metnimi alnımın akıyla okuyup okuyamayacağımı bilmiyordum. Ne demiştim? Geleceğe kalmasını istediğim bir metin kaleme alacaktım, bu konuda ayrıntıları denkleştirmemde bana yardımcı olması boşluğunu dolduramadığım teknik terimlerle beni desteklemesi gerekiyordu. Zaten şimdi bunun için buradaydım. Geçmişimden bahsettim. Matematiksel formüller, büyük sayıların çarpıldığı ve ezberde tutulduğu tablolar, eksi ve artı işaretli değerlerin dört işlem sonucunda hangi sonuca ulaşacakları konusunda alışılmışın ötesinde dikkatsizliğim ve yoğunlaşamama problemim sonucu oluşan kusurlar, alamadığım iyi eğitimle birleştiğinde zihnimde bir ucube düşünce sistemi yaratmıştı. Kendimi insanlardan aşağı görmeye başlamıştım. Televizyonlardaki zekâ küpü adamların şipşak hesaplamaları, göz kırpmadan cevaba ulaşma gayretleri, anlamsız har yığınlarını parmak hesabı kullanmadan bir mantık çerçevesinde birleştirmelerini gördüğümde kahroluyordum. Bu benim için aşağılık, kaldırılamayacak bir durumdu. Nasıl olurdu da çarpım tablosuyla boğuşur, basit bir kelime oyunu önüme konduğunda kaçacak delik arardım? Diğerleri benim gibi değildi? Bu tıp doktoru bana benzemiyordu. Kendine güveni tamdı, ölüyü diriltmek şöyle dursun, odundan ya da kayadan adam yaratabilecek kıvamda görüyordu kendini. Belki de öyle olmasını ben istiyordum.

 “Bu yüzden senin yanındayım ve sana güveniyorum,” dedim.

 “Daha konu ne, onu bile bilmiyorum.”

 “Konu sensin, benim. Bildiklerin. O yarışmalarda sordukları soruları hatırlıyorum. Gözlerimi kapar, başka şeylerle ilgilenir, sanki duymaz ve görmezmiş gibi davranırdım. Bilenler kolayca cevaplıyordu, ancak benim yarım aklım ve kısa düşüncelerim bir sokak serserisinin uzayıp dağılan tükürüğü kadar öteye sıçrayabiliyordu.”

 Ona bu dünyada bir gariplik olup olmadığı konusunda uzun ve yorucu kafa patlatma seansları içinde fikir birliği içinde olmayan, bölük pörçük, tek başlarına da bütünsel açıdan bakıldıklarında da pek bir anlam ifade etmeyen düşünceler beslediğimi söyledim. Bana göre bir tuhaflık vardı dünyada. Ben niçin anlamını bilmediğim bazı tıp terimlerinin sorulduğu yarışmalara katılanlardan eksik görüyordum kendimi? Androfobik karaltılar gecelerimi beslediğinde, üzerime kirli sarı rengi bile atmış toprak kokulu bir kefen gibi örtülen yorganım niçin bedenin ölü derisi gibi tenimden atılmak bilmeden sabaha dek orada bekliyordu? Ne olurdu yani kadınsılıktan korktuğu için sosyal olmaktan kaçınan bir erkeğe ne ad verildiğini bilmiyorsam? Ne olurdu yani toplum tarafından dışlandıkları için okumak, entelektüel olmak, kitap kurdu olarak tanınmak şurada durduğunda buraya kaçan bir insana nasıl seslenildiğini bilmiyorsam? Ne fark ederdi çok uyumanın zararlarını düşünerek kerrat vakti başını yastığa koymak istemeyen biri ne diye çağrılıyorsa? Bunun gibi daha birçok kelimenin anlamını bilmiyordum. O biliyordu. Ona hiperkinezi dediğimde aşırı devinim diyordu; antagonist dediğimde karşıt etkin diyordu. Bense donup kalıyordum. Bir parmağını kadınların hazsı mezarlarına gömmüş, aşırı tepkime sonucu sosyal olaylardan kopuk yaşayan, zeki bir yaşam formu olmadığını davranışları, mesleği, ezik düşünceleri ve fantastik kurgu düzleminde çakılı kalışıyla göstermeye çalışan sıradan biriydim ben.

 “Bana bak Ceyhun Atıf,” dedim. “Bana yardımcı olacaksın. Sen benim açığımı kapatacaksın, bunun için buradayım. Bir yazı kaleme alacağım. Ve bunu bir cam şişeye sokup kapağını da iyice kapadıktan sonra okyanusa atacağım. Yıllar sonra birinin eline geçecek yazdıklarım. Bunun hileli bir kandırmaca, kamera şakası, oyun olmadığına inanmaları için ne yaparız bilmiyorum; ama belki el yazısından, şişe, kapak ve kâğıt gibi maddelerden yazının yazılış tarihini hesaplayabilen bir teknoloji vardır şimdi, yoksa da ileri de bulunur sanıyorum. Yazdıklarımın geçmişten geldiğine inandıklarında benim kim olduğumu araştırmaya koyulacaklar, kitap basan bir matbaada teknik eleman olarak çalıştığımı, bir kaza sonucu parmaklarımdan birinden olduğumu, o günden sonra kendimi bir insan olarak görmekte büyük zorluklar yaşadığımı, kadınlardan yana şansım olmadığı için değil, basit, günlük ve geçici hevesler peşinde koşmanın bu hastalığımı arttırdığını öğrendiklerinde de pek bir şey değişmeyecek yazdıklarımla ilgili olarak. Sonuçta önemli olan yazılandır, yazanın kim olduğu değil.”

 “Yazacakların tıp bilimiyle ilgili değil. Seni iyi tanırım. Bencil, kendinden başka öne çıkan kimsenin olmasını istemeyen, tüm ilgiyi, sahne ışıklarını, bal arılarını üzerine çekmek için yanıp tutuşan alçak adamın tekisin. Yazdığın her neyse onda benim bilgi dağarcığımda fazlasıyla bulunan bir şeyler olursa buna katlanamazsın. Mikrofonların uzatılması, kameraların dönmesi, insanların başlarını çevirmeleri hoşuna gitmez. Sen kimsin biliyor musun? Ne olduğunu bile bilmediğim insanları hep tehlikeli görmüşümdür. Bir parmağın eksikse ne olmuş? Bu durum seni bacağının birinden olmasına sebep balinaya kin besleyen kaptan statüsüne mi sokar? Birine kızgınsan o kendin olmalıdır? Bu dünya yeterince iyi işliyor. Bak, millet kavga ediyor, ateş dört bir yana düşmüş durumda, burnundan solumayana adam deyip de kız bile vermiyorlar.”

 Benzer düşüncelere sahip insanların her zaman niçin aynı ortamda bulunup aynı havayı soluduklarını merak etmişimdir. İşte yine aynı pozisyondaydım. Adamım Ceyhun Atıf düşüncelerimin içine girmişçesine benimle aynı dalda sallanıyordu.

 “Sorun da bu ya işte,” dedim. “Son yıllarda içime çok kapandım. Dünya devletleri, büyük siyaset adamları, ulusal çıkarları için silah çeken organize güçlerin işleyişi hakkında bilgi edinmek istedim. Şu sonuca vardım. İnsan denen varlık bir uçuruma doğru sürükleniyor. İstediği kafasında şekillendirdiği hayalsi yaratığın konumuna sürüklemek kendini. Durumundan memnun değil, bir arayış içinde. Bunun ne olduğunu buldum.”

 Önce kendimden başladım. Kadın düşkünü iflah olmaz bir oyuncu olmaktan girdim, uzuvlarını kaybetme raddesinde hayata bağlı biri olmaktan çıktım. Eksik parmağımı düşündüm. Onu dikmek için uğraşı içinde saatlerini harcayan cerrahların mikro hamlelerle sinirleri, damarları ve kemik dokuyu birleştirme çabası aklıma geldi. Dokuz parmaklı bir insan olmak demekti bu. O zaman şöyle düşünmüştüm: İşte özüme döndüm. Artık hayvan toplumlarına ait varlıklar gibiyim ve üzerinde düşünülüp durulacak, kafa yorulacak bir sorun olmadığına göre, ben de kopmuş parmağımın yerindeki boşluğu bir şeylerle oyalanarak doldurmak, aklımı başımdan alan bir kitabı okuyup unutmaya çalışmak yerine ne yapmalıyım? Bir yasa yazmalıyım. Kanun koyucunun yerinde olmak, insanların nasıl davranıp nasıl hamle etmeyeceklerinin siparişini vermek, toplumsal katmanlar arasındaki sızdırmaz lastiğin yerinde olmak demektir. Önce ben keşfetmeliyim. Eksikliğimi üstünlüğe çevirmeliyim. Açımlama çalışmalarıyla, kesip biçme işlemleriyle, canlı hayvanlar üzerinde yaptığı deneylerle tepki toplayan bir deli doktor gibi olmak en güzeli. Kendime bakıyorum. Bir bacağından olmuş kediler, kuyrukları kopmuş köpekler, tek gözü görmeyen tavşanlar, kabukları kırılmış kaplumbağalar, kulakları kesilmiş filler bulun bana. Yerim onların yanı. Artık ben de dört parmaklıyım. Bedenimin bir yanı beş parmaklı insandan parçalar taşıyorsa, diğer yanı da dört parmaklı ve kanlı çenesinden sarkan keskin dişleri bir dereden çağlayan suyu yalayarak temizliyor. Geleceği yazmalıyım. Yasa koyucuyum. Benim meclisimde kavga olmuyor, vekiller birbirlerine girmiyor. Gelecek elimin altında. Korkulacak ne var artık? Siyaset birbirlerini boğazlamaya çalışan insanların freni değil mi? Kaldırıyorum onu o halde. İnsanlar hep olmak istedikleri şekle bürünsünler. Yasa budur: Beyefendilik taslamak ve hanım hanımcık oturmak yasak. Alçak sesle konuşmak ve bir kadınla yakınlaşmak istendiğinde kibarca sokulmak yasak. Sıraya girmek, nazik olmak, genel kabul görmüş toplum kurallarına göre davranmak, özür dilemek, ince ve zarif olmak yasak. Temizlenmek, bardakla su içmek, el aletleri kullanarak yemek yemek, silahsızlanmak yasak. Yasa budur. İnsan olmak yasak.

 “Gelecekte ne gördüğümü sana söyleyeyim Ceyhun Atıf,” dedim. “Orada savaşan insanlar görüyorum. Yasaya uyan kaba, cahil, elleri kanlı, çenelerinden kızıl şerbet akan, dillerini suya daldırarak susuzluklarını gideren, kardeşlerini boğazlayan, zevk için bile öldüren, bedenindeki kılları tıraş etmeyen kimseler bunlar. Hayır, bildiğin insanlar. Onlar genetik deneylerden arta kalan kadavralara ekilmiş döllerin meyve vermiş hali değil. Onlar açımlama deneyleri sonucunda domuz tilki ya da ayı sırtlan yahut leopar köpek karışımı ucubeler değil. Özlerine dönmüşler. Yasaya uygun davranıyorlar. Yazacağım metinde onlardan ve vekalet verdikleri sözcülerinin kendilerini sürdükleri yoldan bahsedeceğim. İnsanı ait olduğu kalıba yeniden dökmek isteyen çobanları konu edineceğim. Ancak ün bana ait olacak. Çünkü benim yazdığım metin onların kutsal ve çiğnenemez anayasası olarak duvardaki çividen sarkan ipek bezin içinde bir kâğıda sarılmış olarak bekleyecek.”

 Ceyhun Atıf tıp doktoru olmak için çabalıyordu. Benden uzaklaşmış olmak adına yalan bile söyleyebilirdi. Şimdi işi vardı ve gitmek üzereydi. Söylediğine göre bir akrabası meyve ağacından düşmüştü ve kırık bir dal parçası karaciğerine saplanıp onu yoğun bakımın acıklı sessizliği içine gömerek yaşamla ölüm arasındaki sahile fırlatmıştı. Ceyhun Atıf bana yardımcı olabilecek miydi? Delillerim vardı! Kendimi iyi tanıyordum. Niçin kadınlara düşkündüm? Neden bir parmağımın eksik olması beni hayvanlar aleminin bir parçası kılmıştı? Sonra geçmişimi düşündüm. Hayvanat bahçesinde aldığım eğitimler aklıma geldi, alay etmeler, aşağılamalar, çarpım tablosunu ezbere sayamamalar, harfleri birleştirip anlamlı kelimeleri sağlayan bir dili kemikli et gibi havada ve dik tutamamalar. Bunların her biri sağlam birer işaret sayılırlardı.

 “Bana yardım etmek zorundasın,” dedim. “Metinde geçmesi gereken tıbbi terimleri bana sen sağlayacaksın. Dur, gitme!”

 Yola düştü. Peşinden koştum. Sanki ne halin varsa gör, der gibiydi. Yasa koyucuya bu derece küstahça davranılması da ne demekti? Beni hiçe sayıyordu. Gelecekteki insanların koyduğum yasayı oylamak için kalkan ellere ve parmakların sayısına itibar edip etmeyecekleri onun umurunda değildi. Meclisimi alıp başıma çalabilirdim. Bunun için mi arkadaş olmuştu benimle? Anlamsız sözlerimle kafasını şişiriyordum. Üstelik aptalca konular açıyor ve kendimi tıpla alakası olmayan söylemlere hapsediyordum. Bahsini açtığım konular öncelikle sosyoloji alanına dahildi ona göre. Sonrasında belki keyfi isterse karışabilirdi söze. Ama şimdi işi vardı ve özür dilemenin, kibar olmanın, insanca davranmanın yasaklandığı bir ütopyanın kurucusunun yanından ayrılmanın en güzel yolunun böyle aniden zıplamak olduğunu gösterdi. Gitti. Peşine düşmedim. Kendim de yazabilirdim. Bir büyük şişe bulup kapağını iyice sıkıştırdıktan sonra gün batımına doğru onu suya bırakabilirdim.

Evime geri döndüm. Eksik parmağımı incelemeye koyuldum. Dört parmaklı hayvanlar gibi davranıp ellerimi kullanmadan yemeğimi yedim ve bel çukurumun oluşmasını sağlayan omurga dikleşmesini ortadan kaldıran bir hareketle dört ayak üzerine çöktüm. Artık sokaklarda bu şekilde dolaşacaktım. Bana kimse engel olamazdı. İsteyen bana katılabilirdi. Üç gün içinde yazıyı yazdım ve kilitli kapağından su almayan bir cam kavanoza kâğıdı tıkıp okyanusa komşu ülkelerden birinde yaşayan, İstanbul’a turistik bir ziyaret için gelmiş arkadaşlarımdan birine emaneti teslim ettim. Sonunda:

 “Canın cehenneme Ceyhun Atıf,” dedim. “Sen istediğin kadar inanma. İnsan geriye evrimin tüm özelliklerini üzerinde taşıyor. Dönüştüğüm kedi ense derisinden iki parmakla tutulduğunda uysal bir bebek kadar teslimiyet içine giren bir hayvan, yani senin şu hâlde olduğundan da zararsız.”

 Annesi tarafından terkedilmiş, üzerindeki renk çokluğundan ve benek kalabalığından birden çok babası olduğunu tahmin edebileceğiniz bir kedinin peşine takıldım. Gece boyunca sokaklarda dolaştık durduk, ıssız karanlığa sesini bile duyuramayan miyavlamalarına eşlik eden çıplak ayaklarımdan yükselen koku, bazı bazı başını çevirip olan biteni anlamaya çalışıyormuş gibi bir yüz ifadesine bürüdüğü suratını iki yana ani hareketlerle düşürmesine neden oluyordu. Yarım gecenin ardından bu yavru kedinin yanından ayrılıp cesaretle dört ayak üzerinde durmaya çalışan insansılığımı bir kenara bıraktım. Çuvallamış bilim adamlarının ellerinde patlayan bir deney hayvanından başka bir şey olmadığımıza inandığımız için, bacak arasına yapay erkeklik organı ve göğsüne sahte meme taktıran cinsiyetsiz varlıklar gibi hissetmeden kendimi, olduğum gibi yaşamaya başladım. Onlar kendilerini kadın olarak görmediklerini, karşı cinse asla ilgi duymadıklarını, içlerinde besledikleri erkekle oynaştıkları her gece son hallerine biraz daha yaklaştıklarını düşünen kimselerdi. Bense biraz farklıydım. Değiştirebileceğim sadece davranışlarım ve saklı ve köşede kenarda kalmış duygularım vardı. Uzun yürüyüşler sonunda kendimi bir ağaç gölgesine atmam, soluklanmak için bir çeşmeden su içeceğim sırada ağzımı musluk başına dayamam, ekmeği bıçakla dilimleyip kesmeden, bölerek yemem ve daha fazla birçok ayrıntı içimdeki hayvanı ortaya çıkarmamı gerektiriyordu. Olan olmalıydı. Hayata ölesiye bağlı hayvanlar gibi, bir parmağımdan da olsam, bir şekilde yaşamaya devam etmeliydim. Böylesine güçlü karakterli hayvanların sakatlıklarına ve eksikliklerine rağmen nasıl bir moral motivasyon ve duyarsız, sinirleri alınmış tavır içinde olduklarını görüyordum. Kadınlara karşı olan zaafım, dört parmağımla üstünlüğümü ilan edişim, iki ayak üzerinde durmayı evrimin son halkası zanneden devir insanına vereceğim ders ve gelecekteki neslin kurucu başı olarak yaftalanmamı sağlayacak şişedeki yasam, işimi kolaylaştırıyordu. Zaman içinde benim yoluma geleceklerdi. Şöyle diyeceklerdi:

“Nasıl olsa hayvan gibi yaşıyoruz. Öldürmekten ve savaşmaktan başka şey bilmiyoruz. Sadece zevk için çoğalıyoruz ve aklımız başımızdan gidinceye kadar hayvanlar gibi yiyip tıkınıyoruz. Neden insanmış gibi davranmaktan vazgeçmeyelim? Neden bu role bir son vermeyelim? Neden özümüze dönmeyelim? Bilim tarihi bize geçmişimizi sundu, siz şöylesiniz, siz busunuz, siz onlardansınız, dedi. Bizse yüzümüzdeki ve koltuk altlarımızdaki kılları kestik, kibar ve ince tavırlar içine girdik, el aletleriyle yapılamayacak işleri bile insan tornasından şekil verilerek çıkarılmış araçlarla becermeye başladık. Geçmişimizden utandık. Dört ayak üzerinde yürümemiz, kanlı salyalarımızı sulak alanlardaki birikintilere çenemizi daldırarak temizlememiz, sürekli çoğalmak için gayret etmemiz ve aldırışsız öldürme güdüsüyle kan akıtmamız, bize o karanlık devirlerin üzerine bir set çekmemiz gerektiğini gösteriyordu. O zamanları unutmaya çalıştık. Kendimizi homurdanıp kaşınan, inleyip kükreyen, genizden ve kursaktan anlamsız birtakım sesler çıkaran o varlıklardan farklı görmek istedik. Hiç şüphesiz kendimizi kandırdık. Birileri bize yüksekleri işaret etti ve biz de basit bir lazer tabancasının yere düşmüş kırmızı noktalı ışığına gagasıyla erişmeye çalışan aptal horozlar gibi, o yöne yöneldik. Orada bir şey yoktu.”

 Sabaha kadar boş ve çöp yığınlarından kopup uçuşan atıkların yolumu kestiği sokaklarda dolanıp durdum. Dört ayak üzerinde yürümenin sözde insan bedeni üzerinde ortopedik rahatsızlıklar meydana getireceğini düşündüğümden önce ellerimi belli uzunluktaki bir yükseltiyle bacak boyum kadar yerden yukarıda tutmak istedim. Başım ve omuzlarım sandığımdan da aşağıda duruyordu ve uzun bacaklarım ve ince ve kısa kollarım üzerinde dururken bir zamanların modası olan, ön tekerleği devasa, arkadakiyse ufacık bisikletler üzerinde gezinen biri gibi hissediyordum kendimi. Kısa bir süre sonra parçalanmış dizler ve zedelenmiş eklem kıkırdakları üzerinde acılar içinde kıvranacağımı bildiğimden tekerleri orantısız bisiklet formunda yeni kimliğime ayak uydurmaya çalışıyordum. Bu şekilde kendimi daha iyi hissediyordum. Bazı hayvan bilimcilerin belgesel çekimlerinde çekinmeden yaptıkları bu taklit hareketleri içselleştirip bir parçam halinde ve alışkanlık biçiminde tekrarlamam uzun zamanımı almamıştı. Karnım acıkmıştı ve bir fırının yanından gecenin saat üçünde geçerken, kapının açık aralığından dışarı sıcak ekmek kokularının yayıldığını duydum. Burnumu uyarılmış bir erkek organı gibi sağa sola hareket ettirip başımı yukarı aşağı kesik kesik ama kısa ve çevik hareketlerle sallarken birilerinin beni görmesini istiyordum. Birileriyle karşılaşmak ve anlatmak üzere yanıp tutuştuğum hikâyeme ortak olmaları için acele ediyordum. Ancak detaya girmeyecektim. Kim olduğum, peşimden gelmelerini istemem, halimin avantajları hakkında kısa kesecektim. Çünkü biliyordum ki on yıllar sonra sudan karaya vuracak bir şişe dolusu yasanın okunması, onların da kayıp yılları konusunda kara kara düşünmelerini sağlayacaktı. On dört senemi ait olmadığım bir kimliğin üzerinde oturarak geçirmiştim. Yaşadıklarımı bir ben bir de onların inandığı yaratıcı biliyordu. Her zaman illegal hükümlerin peşinde koşmuştum, toplum kurallarının bağlayıcı zincirleri önce düşüncelerimi kuşatmıştı, yapmak isteyip de yapamadığım şeylerle doluydu her yer. Bu yüzden sokağa bile çıkmak istemiyordum. Kaskatı kesiliyor, ağzımı açamıyor, ölü bir hayvan gibi donup kalıyordum. Ama artık bu durum değişmişti. O fırına bir şekilde dört ayak üzerinde girerken, elindeki fırıncı küreğini hamurkara çarptırmamak için azami gayret gösteren ustanın elinin altından kaybolan bir çırak gibi gizlice karanlık odalara saklandım. Merdivenleri indim ve çiğ hamurların dizildiği büyük rafları olan bir dolabın başında durdum. Üzerine çizik atılan, badem şeklinde pişirilen, büyük karıştırıcılarda özleştirilen bu çiğ hamurun başına geldiğimde içimden bir ses yanlış yerde oyalandığımı söyledi bana. Kasalara doldurulan pişkin ve kabarık ekmeklerin kokusu ucundan koparılmış köşelerden birini dilime dokundurduğumda bana pek anlam ifade etmedi. Burnumu büktüm ve geldiğim gibi kimseciklere görünmeden yola çıktım.

 Sabah olmuştu. Bir köşede oturdum. İnsanlar gelip geçmeye başlamışlardı. Oturduğum kaldırımda bitişmiş dizlerimi ellerimle toplarken, insanlar benim dört ayaklı bir hayvan olduğumu anlayamıyorlardı. Ayağa kalkmak istemiyordum. Buna benzer bir durumla daha önce de karşılaşmıştım. Gömleğimin eteğinden bacak boyum kadar uzun bir kalın ip sarkmıştı ve ucuna da dağda bayırda üzerine çöktüğüm çayırlıklardan kalma bir ot parçası takılmıştı. Görüntü pek hoş ve iç açıcı değildi. Kırmızı ışıkta durup yeşilin yanmasını bekleyen sürücülerin, bir nizamiyede nöbet tutan yirmilik bir ayaklı cesedin, bankamatik kuyruğunda sıraya girmiş üniversiteli öğrencilerin önünden geçtim. Kimse arkamı işaret ederek rüzgârda dalgalanan ve görenleri neşelendiren bir uçurtma kuyruğunun peşime takıldığını haber vermedi. Bunu kendi çabamla öğrendim. İnce burun derimi kavuran temmuz sıcağı iki adımda bir önüme çıkan çeşmelerde başımı yıkamamı gerektiriyordu. Öne eğilip rengi atmış saçlarımı yıkarken iki bacağımın arasından sarkan kuyruğu gördüm. Derhal filmi geriye sarıp insanların yüz ifadelerini okumaya başladım. Kusursuz bir komedinin baş aktörü olarak insanları neşelendiren yürüyüşümle önlerinden geçerken kimsenin o arkamdan sarkan kuyruğu bana haber vermemiş olduğunu düşündüm.

 Ama bu önemli değildi. Şimdi kendimi hazırlıyordum. Hem daha beteriyle de karşılaşmıştım. Oradan buradan buldukları kırpılmış kâğıt kesiklerini arkadaşlarının ceket arkalarına iğneleyen yaramaz oğlanlar biliyordum. Bu insanların içine dört ayak üzerinde girmek, bir tanıdığımla karşılaştığımda, kafa yorucu ve akılda kalıcı, sinirleri zorlayan ve travmaya sebep olacak bir duruma sokar mıydı beni?

 “Kimse aldırış etmeyebilir,” dedim kendi kendime. “Ama bu da olacak iş değil. Birileri hemen telefona yarışacaktır. Belediyenin hayvan bakım merkezinin numarasını tuşlayan bu insan büyük ihtimalle bir kadın olacaktır. Söyledikleri şuna yakın bir şey olacaktır herhalde. ‘Burada sirkten ya da hayvanat bahçesinden kaçmış bir ucube var. Çocuklarımızı rahatsız ediyor, insanlarımıza huzur vermiyor, hırlamaları, tırnaklarını göstermesi, direk diplerine ve kapı aralıklarına çişini yapması bu duruma son vermediğiniz takdirde katlanamayacağınız sonuçlara hazır olmanızı gerektirebilir. Gelin ve bu şeytanı buradan alın. Kötü kötü ve ters ters bakıyor. Ensesinden tutup bir ormanlık alana atabileceğiniz türden ufak tefek bir şey olmadığı için şu bayıltıcı mermisi olan tüylü kurşunlarla doldurduğunuz tüfeklerinizden de getirin.’”

 Geri dönüşü olmayan bir yola girmiştim. Bu nedenle yazılacak senaryonun bir parçası olmak ve bir kere daha iki ayak üzerinde tam insanlığa yükselmek istemediğim için kenarına oturduğum kaldırımdan geçen bir adama işaret edip belimin tutulduğunu, omurlarımın dik durmama engel teşkil ettiğini söyleyip ondan ricayla beni şu köşeye dek taşımasını istedim. Adam koluma girdi ve durumuma acıdı. Şu hâlde yerden yarım metre bile yükselemiyordum. Hasta taşıma aracı yahut sedyeye ihtiyaç duyduğumu söyledi. Beni bırakacağı köşede halim ne olacaktı? Birbirlerine kenetlenip geçen omurlarım belimi doğrultmama izin vermediğine göre sürüne sürüne mi gidecektim? Bunların hiçbiri olmayacaktı. Gerisini bana bırakması ve dediğimi yapıp yoluna gitmesi gerekiyordu. Ona arkamda bıraktığım ve tiksindiğim kalabalığa girmemek içini dört ayak üzerinde yürüdüğümü ve halimi bu insanların görmesine katlanamayacağım için bu role soyunduğumu söylesem ne işe yarayacaktı? Belki o zaman telefona yapışan ellerin sahibi bu kişi olacaktı.

 Tepelere doğru çıktım. Yüksekten şehre bakarken içlerinde saklayıp taşıdıkları yarı hayvansallığı bir şekilde gizlemenin yolunu bulan bu insanlara karşı olduğum gibi davranmanın başıma iş açabileceğini düşündüm. İnsanın içindeki hayvanlık ortalık yerde fermuarınızı açıp pantolonunuzu indirerek sallandıramayacağınızı bildiğiniz saklı kuyruğunuza çok benziyordu. Orada olduğunu, hareket ettiğini, kabarıp büküldüğünü, esneyip büyüdüğünü bildiğiniz halde onun hakkında tek kelime edemezdiniz. İçlerine girseydim bu olacaktı işte. Aç karnımı doyurabilmek için, ufak bir pusetteki bebeği annesinden ayırmak için, binbir metot deneyip yavrusunu gözden kaybeden velinin arayışlarına kulak veren kalabalığın arkasına saklanarak, ağzımda gezdirdiğin bir lokmalık sabiyi karanlığın yemi yapacaktım. Karnımı doyurmak için yaptığım listenin ortalarına ve sonlarına doğru geldiğimde yemlerimin ağırlık, boy ve yaşlarının itibar edilir oranda artığını görüyordum.

 Uzun zaman idare edemeyeceğimi biliyordum, çünkü kurtlar, domuzlar ve ayılar bile karınları boş olduğunda uzun eğri beyaz dişlerini gıcırdatarak kızıl gözlerinin istikametinde şehre inerlerdi. Ben de bunu yaptım. Bu kaçıncı insandan uzak yaşama çabasıydı? Bu kaçıncı tek başına yaşama isteğime kapılıp yükseklere tırmanmaktı? Önce tozlu bir yola saptım, sonra yanımdan transit bir minibüs hızla geçti. Elinde çakısıyla ceviz ağaçlarını yoklayan bir adam gördüm. Başı yukarıda geziyordu, meyve ağaçlarına dadanıyordu, insanları görmezden geliyordu. Beni de fark etmedi, tıpkı yanımdan tozu dumana katarak geçen minibüs şoförü gibi. Uzun ve dar bir yoldan geçtim, sallanan beton bir köprü üzerinden çay suyunda oynaşan balık yavrularına baktım, kimseyle göz göze gelmemeye çalıştım. Sonuçta bu bir yazarın kaleminden çıkmış, fantastik bir korku öyküsü olma yolunda ilerleyen, akıl kârı olmayan sıra dışı bir yazı değildi. Yaşadığım ve hissettiğim her şeyin içinde sakladığım parçalarımı toparlamam gerekiyordu. Sanki daha ucuza mal etmek istediğim bir şeyler vardı.

Ceyhun Atıf’ı düşündüm. Onun aslında bir adım ileri gitmesini istemeyen biriydim ve ondan önce girdiği sınavların sonuçlarını öğrenebilmek için hileli bilgisayar programlarını kullanarak kişisel verilerini, kimlik numarasını, aday şifresini öğrenmeye çalışırdım. Ondan önce kaydını yaptırdığı sınavlardan başarılı bir sonuçla ayrılıp ayrılmadığını öğrenmek için yasal olmayan yollarla işe girişirdim. Ama sonuç değişmiyordu elbette. Sonuçta altın bileziği kolunda, doktor unvanlı, diploması duvardaki çerçevesinde asılı bir insandı artık. Ne olurdu sanki sıralamada kaçıncı basamakta yer aldığını ya da kaç puan tutturduğunu öğrensem? Değişen ne olurdu? Ben kendime bakmalıydım. Bana yardımı dokunmayan, projelerimle ilgilenmeyen, hayatımın kenarından köşesinden bile geçmeyen onun gibi burnu havada insanlarla yakınlık kurmak, benim için sıcak bir yaz gecesinde zamanlarını umumi parklarda öldürerek geçiren sıradan halktan biri olmamı sağlardı.

Yazdıklarımı, şişedeki yasanın içeriğini, emanetçimin güvenime sadık kalıp kalmayacağını, geleceğe açılan kapının ne zaman okyanus suyuyla buluşacağını düşündüm. İnsanlar şimdi niçin dört ayak üzerinde yürüdüğüme anlam veremiyorlardı. Ama içimden bir ses yakın zamanda eğri dişlerimin, kanlı salyalarımın, nasırlı dört pençemin, bir parmağı eksik avuçlarımın, uzun tırnaklarımın aranılan ve kayıp özelliklerimizden olduğuna ikna olacak bu insan soyunun sırtlarını döndükleri asıllarına hizmet etmeye başlayacaklarını söylüyordu. Kimse geride kalanla ilgilenmeyecekti. Önce bir parmaklarını kesmekle işe başlayacaklardı, çünkü baş parmağın, fazlalık halinde ellerimize tutturulmuş bir uzvun dört ayak üzerinde durmamıza engel teşkil ettiğini göreceklerdi. Kimse aletle kolayına gelen hareketleri yapmayı denemeyecekti. O zaman açacakla konserve kapağını delmek, anahtarla kapıyı açmak, bıçakla ekmek kesmek, tornavidayla bir iş yapmak akla gelecek son şeylerden olacaktı. İnsanlar bana özeneceklerdi. Şimdi benim yaptığım gibi davranacaklardı. Kalabalığa karışacaklardı. Bağırıp hırlayarak sağa sola atlayacaklar, annelerle yavrularının fiziki mesafesini açmaya, güvenlik koridorunun arasına girmeye çalışacaklardı.

 Tek kelime etmeyeceklerdi. Günlük yaşamda binlerce kelimeyle konuşan iki cinse de iğrenç bir sırıtış ve acınası bir nefretle bakacaklardı. Kapabildiklerini ve kopardıklarını ellerini kullanamadıklarından ağızlarında taşımaya çalışacaklardı. İşte bir pusete göz koyacaklardı. Sürü halinde avlanıp akıllarına esen fil yavrusunu kapıp götürmek adına küçük ile velileri arasına topluca dalarak bir duvar örmeye çalışan kedigiller familyasının bu en tehlikeli üyelerinin yaptığı gibi, annesinin gözü önünden sürükleyerek kaçırdıkları bebeciğe diş geçireceklerdi. Ben onlar gibi değildim, en azından şimdilik, tek başıma çalışıyordum. Basit bir pusetteki insan yavrusunu ağzımla yakalayıp dört ayak üzerinde sakin bir karanlığa sürüklemek o kadar da zor olmasa gerekti.

 Bebek ağlamaya başlamıştı. İnsanlarsa olan bitene anlam veremiyorlardı. O tentenin üzerinden sıçrayarak yere konan grimsi tüylü bir gölgenin ivedi canlılığıyla bebeklerini çalması ne demekti? Derhal belediyenin zabıta bürosuna koşturdular. Anonslar duyuldu. Bir bebek kaybolmuştu. Dört yaşındaydı. Pusetinde uyuklarken iki kişi tarafından kaçırılmıştı. Görenlerin insaniyet namına belediyenin beyaz masa birimine başvurmaları gerekiyordu. Zavallılar, daha onu kaç kişinin götürdüğünü bile ayırt edememişlerdi. Dört ayaklı olduğumdan iş üzerindeki iki kişiden bahsedilmesi gerektiğini düşünmüşlerdi. Bu benim umurumda değildi.

 Eskiden yolda yürürken gerilip açılan parmaklarımın üzerine ve altına bakar, insanlardan sakladığım eksikliğimi ya cebime ya da arkama gizlerdim. Bir keresinde parmak boğumlarımdaki sedef lekelerini ciddi bir deri kanseri belirtisi olarak gördüğümden dermatologa gitmiştim ve yedişer yedişer alınan hasta yığınının arasında bir şekilde kendimi utanarak ifade etmiştim. Onların tıpkı benim de yapacağım gibi eksikliği ve kusuru olan birinden iğreneceklerini biliyordum, bu yüzden elimi uzatmamı, yaralarımı gözüne sokmamı, bir iki adım daha yaklaşmamı isteyen yardımcı doçentin önünde aceleyle üç beş sihir numarası çekip sahneden inmek isteyen acemi bir illüzyonist gibi panik halinde davranmıştım. Parmaklarımdan birinin yerinde olmayışı onları niçin ilgilendiriyordu? Farklı olduğumu yüzüme çarpıp gözüme sokmak, benden üstün olduklarının kanıtı üzerinde sürekli durulmasını sağlamak için elbette. Fakat buna izin vermedim. Doçent yaralarım için krem yazacağını söyledi ve iki santimetrekarelik bir kâğıda sekreterine vermem üzere ilacın kodunu yazdı. Aceleci olduğumdan elimdeki kâğıdı yardımcısına vermedim, birden dışarı fırladım, kapıyı açık bıraktım, arkamdan gülüp gülmediklerini merak etmeden hem de. Yardımcı doçentin gözüne dört parmaklı elimi sokmamak için acele ederken önüme birden bastonlu tonton bir dede çıktı ve bacaklarım işlemeli abanoz ağacından sopasına takıldı, yere kapaklandım. O zaman kendimi daha iyi hissettim. Dört parmağım yere sanki âşığının dudaklarından süt sağan bir sevgilinin dili nasıl oral boşluk içindeki musluğu emerse işte öyle yapışmıştı. Beş parmaklı elimse yere değer değmez incinmiş, kemikleri sızlayan parmaklarımsa yaz başına kalmış buz sarkıtlarından çıkan çıtlama seslerine benzer sesler çıkarmaya başlamıştı.

 Ayak parmaklarımda sağlam elimdekine benzer bir şekil bozukluğu olmadığı için tabanlarım zemini vantuz gibi kavrıyordu. Bir kere daha insan içine girmeyeceğime yemin ettim, ama vara yoğa kuran mushaf çarpsın deyip hak ve helallik istedikten bir gece sonra kendini yine atın avradı üzerinde bulan hayat kadını düşkünleri gibi hissettim. Yine çarşıya çıkacak, şehre inecektim. Yine dişime göre rakip, tadı damağımda lop etli süt kuzusu kıvamında bir bebe bulacaktım. Yoksa açlıktan ölürdüm.

 Sorun hiçbir zaman bende olmamıştı. Sarmayan bir kitabı okurken dalgın ve hiperaktif zihnimin konuya odaklanamaması sonucu eksik parmağımı düşünmeye başlamam, hayat kadınlarına olan düşkünlüğüm, hayvansı yeteneklerimi sivriltmek için sokak edebiyatına aşina olma çabam, şişedeki yasa defterine döktüğüm kanunlar, insanı çevresinin şekillendirmesi gibi beni de işte bu yola sokmuştu.

 “Yazdıklarıma anlam vereceksiniz,” diyordum. “Günün birinde sizler de üzerine dişli bir insanın ağzında can veren bebek fotoğrafının çıkartma halinde kazındığı pahalı tişörtler giyeceksiniz. Günün birinde alışkanlıklarımızı doğamız şekillendiremediğinden dolayı, birbirinize benzemek zorunda kalacak ve yasaya uyacaksınız. Hak vereceksiniz. Yasayı kimin koyduğunu düşüneceksiniz. Üst akla hizmet eden ‘erkenciler’ önünde yollara kapanacaksınız. Onlar sizleri yönetecekler. Kim yasaya daha önce adapte olursa, kim kendini herkesten evvel kaptırırsa idare makamındaki tahtta o oturacaktır. Siz bilmezsiniz, ben bilirim. Unutmayın. Beni unutun ama yazdıklarımı, yasa defterindeki maddeleri, kimsenin meclisinden geçmemiş, kimsenin yasama organında kabul görmemiş, kimsenin ortak aklında yer tutmayan şişedeki yasamı aklınızdan çıkarmayın. Ceyhun Atıf, tıp doktoru, hayatını sınavlar arasına sıkıştırıp kendini hasta insanları tedavi ederek, onların bütünlüklerini ve sağlıklarını koruyamamalarını sağlayan savaş baronlarının hizmeti altında para kazanan büyük bilim adamı, şişedeki yasanın altında kimin imzası var sanıyorsun. Beni bilmeleri gerekmez, sadece kurduğum düzeneğin bir parçası olduklarını işleyişlerinizi bozmadan göstersinler yeter. Seni tanıyacaklar ve bilecekler. Bu Ceyhun Atıf’ın düzeni diyecekler. Ve diyecekler ki: ‘Ceyhun Atıf kurucu babamızdır, bizi yaratan ve doğru yola sevk edendir, kurtuluşumuzun ilham kaynağı ve ilahi ve ebedi liderimizdir. Onun yolundan gidiyoruz. O bize yıllar önce bir yol gösterdi. Yaşama sıkı sıkıya tutunabilmek için hayvansı özelliklerimizi vurgulamamız gerektiğini söyledi, yoksa ölürdük, canımızdan olurduk, hazır mezarlara duasız törensiz paçavra gibi atılırdık. Her şey tohumların sonsuz sayıya bölünüp farklı gezegenlere ekilmesiyle başladı. Diğerlerinin nasıl bir şekle büründüklerini bilmiyoruz. Ama koparılan bu fırtına, başka gezegenlerde de yaşam formlarının olduğu şeklindeki haberler işte bu bölünmüş ekim faaliyetine dek uzanır. Dünyaya ekilen tohumlar zamanla yaşam şartlarının hafiflemesi ve kutsal yaratıcının üzerimizdeki ağır yükleri sırtlarımızdan nispeten atmasıyla kibarlaştılar. Önce hayvandık ve sudan bağımsız yaşayamıyorduk. Sonra kullanılabilir uzuvlarımızı toprak üzerinde denemek ve işlevsel beden bütünlüğümüzün sınırlarını zorlayabilmek için hareket kabiliyetimizi geliştirdik. Olan ondan sonra oldu. Dünyaya ekilen tohumlar yapısal bir bozulmaya uğradılar. Bunun nedeni uyum sorunuydu. Doğru oranda atmosfere yayılan gazlar, altımızda kıvranan manyetik alanın ve üzerimize ateş yağdıran alev topunun ve benzer sonsuz sayıda etkenin baskısı sonucunda içinde bulundukları şişenin şeklini alan sebzeler gibi değişime uğradık. Aslında kodumuzda yok oluş vardı. Biz varlık alemine ait yaratıklar değildik. Bu nedenle içimizdeki hayvanı yaşatıp kendi kendimizi yok etmek adına -çünkü yok oluşun başka bir yolu yoktu, kıyamet büyük ütopik varsayımımızdı, erişmeye ve ulaşmaya çalıştığımız son nokta, karşı konulmaz ve arzusu önünde durulamaz tek tesellimizdi- Ceyhun Atıf Prensiplerine bağlandık.’”

 Ceyhun Atıf onların fikir babası olacaktı. Şişedeki yasanın altında onun imzasının olması kararını uzun ve yorucu geçen geceler sonunda tek başıma karara bağlayarak almıştım. Kendimi iyi tanıyordum. Benim dört parmaklı sonradan oluşum, insanlar üzerindeki sıfır etkim, aldığım eğitimin yetersizliği ve unvan, sıfat, karakter, şekil, karizma konularındaki eksikliğim ve sıradanlığım onların yazılanların önünde ve arkasında duracak yetenekte bir kişi olmadığımı düşünmelerine sebep olacaktı. Günün birinde hatırlanacak olursam o da şu şekilde gerçekleşecekti. İlk cinayet, pusetteki bebeğin çalınması, güpegündüz iki çift elin uzandığı bir bebeğin asla bulunamaması, matbaadaki kusurlu çalışma şartlarına ve ihmale kaptırdığım bir parmağım, içimdeki canavarın sesinin ince kadın teninde yankılanması… Ceyhun Atıf’ın çürütücüsü olmak isteyenler geçmiş örnekleri, eski gazeteleri, haber bültenlerini, üçüncü sayfaları, polis raporlarını kurcalayarak varlığımı delillendiren tezleri ileri sürenler önünde büyük yenilgilerini tadacaklardı. İlk hayvan ben olacaktım. Dünya, insanın tam anlamıyla insan olması için fazlasıyla acımasız bir yerdi. Diğer yerlerde neler yaşandığını bilmiyorum. Yaşanılabilir olmayan gezegenler de dahil olmak üzere -Dünya da yaşanılabilir bir gezegen değildi, bunun kanıtı insanın özüne dönmek için Ceyhun Atıf reçetesine bel bağlamasıydı- sonsuz sayıda tohum prizması başkaca atmosferlerin içinde çekim alanına bırakıldı.

 Şimdi gidiyorum. Yavrusundan ayırdığım bir annenin arkasına saklanıp gölgesinde yürüyerek, dişime göre bir kurban bulacağım. İleride benim kim olduğumu öğreneceksiniz. Büyük ihtimalle benzerlerimi dünya gözüyle göremeyeceğim. Saklanmak en iyisi. Zamanı geldiğinde kırık bir şişenin keskin camlarını aralayarak plajdaki kumlar arasında ziynet bulma işini aksatan altın delisi bir adam, anormal bir doktorun kaleminden çıkanları dergilerde makale yazan arkadaşına iletecektir. O da bizim meşhur Doktor Ceyhun Atıf hakkında araştırmaya koyulacaktır. Onun doçentlik tezini veremeden öldüğünü öğrenmesi için neler vermezdim, çünkü son noktaya varmak, erişilebilir en üst basamakta akademik eğitimini tamamlamak ona göre değildi. Babası da doçent unvanıyla ölmüştü ve her seferinde babasını geçmeyeceğini, kendisinin sınırının doçent unvanını almak olduğunu söylediğine yemin edebilirim. İşte böyle… Bir hayvan gibi düşünüyorum, bir hayvan gibi yiyorum ve bir hayvan gibi yaşıyorum.

Yorum bırakın