Bu Bir Dans Sevgilim, Bu Bir Dekadans*

 O gideli üç ay oldu. Giderken bir şey söylemedi. İnsan ömründe üç ay nedir değil mi, ama ben o gittiğinden beri nefes alamıyorum. Sanki içimde bir kor var sönmüyor bir türlü.

 Odasına uğruyorum her gün. Koltuğuna oturup etrafa bakıyorum. Duvarda bir Bacon resmi, yüzü birbirine girmiş demiştim ilk gördüğümde. Gördüğün bu mu, demişti. Yanlış bir şey söyledim, beğenmeyecek beni telaşımı hatırlıyorum. Siz ne görüyorsunuz peki, demiştim. Henüz “siz”di benim için. Evet, yüzü birbirine girmiş gerçekten demişti. Alay mı ediyor, ciddi mi bilememiştim.

 Mürekkebi masada duruyor. Hiç vazgeçmedi dolmakalemlerden, mürekkeplerden, divitten. Eski kafalı biriyim ben derdi hep. Eski kafalıyım derdi ama gençlere ulaşan nadir hocalardandı. Masaya sonradan eklenen fotoğraf makinesi ve malzemelerinin çoğunu almış yanına. Bitpazarında bulduğu Zenith marka da yanında olmalı. Ne sevinmişti onu bulduğuna. “Ailemden hatırlamak isteyeceğim tek şey ”demişti. Benim aksime ailesinden bahsetmeyi hiç sevmiyordu. Sadece gittiler, demişti. “Gittiler.”

 Asistanlığı için sıradaki birçok öğrenciden biriydim. Eskidendi bu da. Ne kadar eskiydi ki. Bir ömür kadar mı? Şimdi burada olsa ona sorardım, bir ömür ne kadardır?

 Yekûnuna bakalım mı derdi, kırıldığın yerlere bakalım ya da. İnsan kırıldığı kadar, devam edebildiği kadardır, mı derdi.
 Tek bildiğim o gitti. Dalgalar kaybolmaz, şekil değiştirir, yer değiştirir, birbirine geçer, dağılır, yayılır ama kaybolmaz ki.

 Hayatta hiçbir şey yok olmaz, bir daha tekrarlıyorum, hayatta hiçbir şey yok olmaz. Babam ilk kuşumu kaybettiğimde o burada artık demişti. Büyük, sıcak elini elimin üstüne koyup kalbime götürmüştü. Büyük kayıplarım oldu sonra. Annemi ve en yakın arkadaşımı kaybettim. Kalbim büyüdü. Çok sevdiklerimi kaybettikçe, kafesine sığmaz oldu kalbim. Çarptı durdu, çarpıp duruyor. Bir kayıp daha veremem. En sevdiğimi kaybedemem. Onu bulmalıyım.

 O nerede şimdi, iyi mi, istediği yerde mi. Bir haber gelse şimdi, bu kara, saçma eski telefon çalsa. Aradığı yerde aynı telefondan olsa. Deniz kenarındayım dese, bir ferahlık eser mi burada da. Bana dönüp biraz uzun mu sürdü acaba beni bulman, dese… Onu bulacağıma inancı tam olarak.

 Bacon röprodüksiyonunun yanında bir dergiden kesilmiş fotoğraf asılı. Terk edilmiş üç katlı ahşap bir bina. Çocukluğunun büyük beyaz oteli. Zamanının en güzel otellerinden, bahçesinde ferforje masalar ve sandalyeler olan. O tatilden kalan bir fotoğraf göstermişti bana. Babası tripodu kurmuş, koşarak yanlarına gitmiş, vizöre doğru gülümsemişlerdi. “Mutlu bir aile olduğumuzu düşünmüştüm o an” demişti.

 Otelde kaldıkları zaman yedi yaşındaymış. Ailesine dair anlattığı tek şey bu hikâyeydi.

 “Ben kendimi yedi yaşında fark ettim.” demişti. “Kayboldum ve kendimi buldum. Çelişki gibiydi. Ellerim vardı, bir vücudum vardı, aklım vardı. Ben diye bir şey vardı. Otelde çok sıkılmıştım, büyükler bahçede yemek yiyordu. Yemeğimi bitirmiştim, bahçede toprağın üstüne oturmuştum. Aşağıdaki pansiyonda yaşıtlarım vardı. Bütün gün onlarla oyun oynamıştım. Başta bu kadar bağırmalarını garipsemiştim. Bizim evde her şey sessizce yapılırdı. Onların yanında olmak istedim. Kimseye haber vermeden aşağıya inmeye başladım. Yokuştan inecek, biraz yürüyüp yana dönecektim. Bu kadardı. Gündüz kısacık olan yol uzadı. Nereye döneceğimi bilemedim. Etrafı akasya kokusu sardı, koku çok güzeldi. İki tarafı demirlerle kaplı yolun üstünden çiçekler sarkıyordu. Ve pansiyon bir türlü görünmüyordu. Kayboldum. Orada durdum, bekledim. Biri benim yokluğumu fark edecek, gelip alacaktı. Kimse gelmedi. Ağlamaya başladım. Yolda da kimse yoktu. Beyaz otel nerde desem götürürlerdi beni. Çocuk aklım bir anda daha da karıştı. Ağlamaya devam ederken ben kayboldum dedim. Sonra sadece ben dedim. Ben. Ellerim, vücudum, kaybolduğunu bilen bir ben. Orada ne kadar durduğumu hatırlamıyorum. Sanki koskoca dünyada bir tek, ben diye bir şey vardı. Ürperdim. Yoldan bir çift geçiyordu. Hızla yürüyorlardı beni görüp durdular. Ne yapıyorsun sen burada? Annen, baban nerede? Yoksa kayboldun mu? Arka arkaya sorular sordular. Ben, dedim kayboldum. Beyaz otelde kalıyorum. Ben kayboldum. Beni otele götürdüler. Yüzüm gözüm ağlamaktan şişmişti. Annem, babam yokluğumu fark etmemişti. Masada arkadaşlarıyla içip sabahlara kadar süren kâğıt oyunları oynuyorlardı. Yabancı bir çiftin yanında beni gördüklerinde çok şaşırdılar. Kaybolduğumu bulunduğumda anladılar. Onlara sarılıp ben hiç korkmadım dedim ve hiç ağlamadım. Tabii ki ağlamadın, sen çok güçlü bir çocuksun, dediler. Evet, ben çok güçlü bir çocuğum, dedim. Sonra oyunlarına devam ettiler.”

 Dergiden kesilmiş fotoğrafı duvara astıktan sonra terkedilmiş yerlerin fotoğraflarını çekmeye başlamıştı. Çektiği fotoğrafların bir baskısını da hep bu masada tutardı. Elimi çekmeceye atıyorum, hepsini almış ama bir büyük zarf var çekmecede üstünde adım yazılı. Daha geçen gün yoktu bu zarf burada. Zarfı hızla açıyorum. Fotoğraflar çıkıyor içinden. Fotoğrafın bir köşesine hep notlar yazardı. Gene öyle yapmış. El yazısını özlüyorum. Elini özlüyorum. Onu özlüyorum. Ona dair ne varsa özlüyorum. Masadaki eşyaları sehpaya koyup fotoğrafları masaya yerleştiriyorum.

 Birinci fotoğrafta beyaz otel var.
 Bu bir dans sevgilim, bu bir dekadans.

 Çöküşün zamana uygun olması. Zaman böyle işler, işlemeli. Bir kalas aşağıya doğru gıcırdayarak sağındaki solundaki yerlere çarparak inmeli. Zaman lineer değil. Kıvrımlı, dolambaçlı, sıçramalı, gömülmeli ve çatırdamalı. Herkes kafasını bir an bile olsa çevirmeli.

 Ama suya batması daha güzel. Bu zamana kadar var olduğu gerçeklikten bir başka gerçekliğe geçişi. İlk an. Bir nesnenin suya kavuşma anı. Bir insanın bir başkasıyla buluşması. Düşülen karanlıkta el uzatılması.

 İkinci fotoğrafı hemen yanına koyuyorum. Sanki bir puzzle tamamlayacağım. Bir araya geldiklerinde eksik parça bulunacak ve ben de onu bulacağım.
Fotoğrafta bir tiyatro binasında, sahnenin ortasında oturmuş etrafına bakıyor. Koltuklar sökülmüş, duvarların sıvası tuğlası çıkana kadar dökülmüş, hiç seyircisi yok. Boşluğa bakıyor.

 Terk edilince bir yer, bir insan ne olur. Binaların kolonlarına, kirişlerine, eşiklerine ne olur? Onca ses ne olur? Bir insan terk edilince peki, kemiklerine, etine, gözlerine ne olur?

 Üçüncü fotoğraf bir oyuncak fabrikasının içi. Fabrikada metal konstrüksiyon uzanıyor. Her bölümün başından lambalar iniyor aşağıya. Yüzlerce bebek kafası duruyor zamanın ortasında. Öylece boşluğa bakıyorlar. Ürküntü veriyor ilk başta.

İnsan tamamlanmamış eksik bir varlıktır.
Notta sadece bu yazıyor.

 Bir gün de bana sızan ışığın peşindeyim demişti. O karanlığa sızan ışığın peşindeyim ve hep yanımda kal demişti. Şimdi nerede?

 Bu kadar fotoğraflar. Göremediğim bir şey var mı diye tekrar tekrar bakıyorum fotoğraflara. Beyaz otelin olduğu fotoğrafı elime alıyorum. Fotoğrafa bir daha dikkatle bakıyorum. Otelin üst tarafından çekilmiş bir fotoğraf. Uzaktan aşağıdaki pansiyonlar görünüyor. İnce, uzun bir balkondan biri bakıyor. O.

 Arkasında bir not var fotoğrafın.

 Kayboldum. Bildiğim sokaklarda kayboldum. Karanlıkta her yer aynı göründü. Kimseden yardım istemedim. Yardım istemek güçsüzlüktü. Korktuğunu, yardıma ihtiyacı olduğunu söyleyemeyen biri. Hep çok güçlü denilen biri. Hep güçlü olmak! Ne tuhaf, ne çaresiz bir durum. Şimdi nihayet söylüyorum, yardıma ihtiyacım var. İçinde yaşadığım karanlık aydınlanmıyor. Yapamıyorum. Sana ihtiyacım var.

 O beni bekliyor. Beyaz otelden aşağı yürüyeceğim yana döneceğim pansiyonu bulacağım. O beni bekliyor.

*Ahmet Güntan